Gezi Notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mar 2020



Yonetmen Onur Saylak ve Senarist Hakan Günday'in ortaya cikardigi, basrolde Haluk Bilginer'le de muhtesem hale gelen bir Drama, Dizi.


60dk'lik, 12 bölümden olusuyor.

IMDB'nin en iyi diziler siralamasina tepeden girmis bile ve kesinlikle hak ediyor. Muhakkak izlenmeli.  https://www.imdb.com/title/tt7920978/
 
Haluk Bilginer zaten iyi bir oyuncu idi. Bu oyunu ile artik dunya sinifinda bir sanatci oldugu da tescillenmis oldu.

Dizinin görüntü yönetmeni kim bulamadim ama görsellerin bazilari, Nuri Bilge Ceylan görüntüleri gibi, olaganüstü güzel

Dizide süpriz oyuncular var. Müjde Ar ve Hümeyra gibi...
Müjde Ar, Türk sinemasinda ki güclü kadin kimligini tam da diziye yansitmis.
Hümeyra, anlatilmaz... Izlemeniz lazim ama flemenko sahneleri ve Haluk Bilginer'le iletisimi diziye tad katmis.

Sahsiyet, konulari siradanlasmis, piyasalasmis, kendini tekar eden kopyala/yapistir diziler icinde, apayri bir yere konumlanmis.

Tek negatif elestirim, Nevra rolündeki Cansu Dere'ye. Iyi niyetli oynuyor ama oynadigi 'Güclü Kadin Polis' rolü üzerine oturmamis, yapacak da birsey yok.

Diziyi begenenlere, Onur Saylak ve Hakan Günday'in cektigi 'Daha' filmini izlemenizi de öneririm.

Sınırlı Tecrit Duygusu...

Korona ortaya çıkıp, adım adım yaşadığımız yere yaklaştıkça, biz de yavaş yavaş daha içe dönük bir hayata, bir süre de olsa geçmemiz gerektiğini kabul ettik.

İlk kırılma anı, bunun bölgesel bir salgından, küresel bir salgına dönmesi oldu.

Ardından, çalıştığım iş yeri bütün seyahatlere kısıtlama getirdi, çalıştığımız müşteriler dışarıdan ziyaretleri de yasakladı ve herkes evden çalışmaya geçti.

Almanya’da küçük, sakin bir yerde yaşıyoruz. Zaten az insanla etkileşimimiz var. Onlar da herkes gibi temkinli ve dikkatli. Yüzyüze görüşmeler kesildi.

Salgınlar konusunda yazılar okudum ama bana göre en etkilisi, salgının ancak tecrit ile kontol edilebileceğini anlatanı oldu. Kısacası eve kapandık.

Günleri sıkıcı ve verimsiz yapmamak, sürekli haber takip edip zihinsel yorgunluk yaratmamak için de bir program yapmaya karar verdik. Kabaca;
- Çalışma aralarında muhakkak, 10-15dk egzersiz
- İşe gidiyormuşcasına günde 1 saat açık havada yürüyüş.
- Sosyal Medya’yı ölçülü ve sadece doğru bilgiye ulaşmak için takip etmek
- Aile, dost ve arkadaşların hatırlarını sormak
- Günlük gıda alışverişinden biraz fazlasını yapmak
- Daha fazla kitap okuma, film izleme, birikmiş konularda yazı yazma ve olabildiğince ötelenmiş hobilere odaklanma
- Morali yüksek tutmak

Şimdilik bu tecritin ne kadar süreceği, Alman hükümetinin alacağı önlemlere ve bizim sağduyumuza bağlı ama en az 3 hafta süreceğini tahmin ediyorum.

13 mart 2020 - Almanya

20 Ara 2019

Kan Konuşmaz


 “Kan Konuşmaz” az bilinen bir Nazım Hikmet romanı, Komünist Nazım’ın romanı. 

İstanbul’un bir döneminden insan manzaraları sunuyor bizlere. 1936’da Orhan Selim takma ismiyle ‘Son Posta’ gazetesinde yayımlanan roman Birinci Dünya Savaşı öncesi İstanbul’da başlayıp, 1930’ların Cumhuriyet’ine kadar geliyor. Roman, toplumcu gerçekçiliği doğrudan doğruya okuyucuya aktarıyor. Okurken bir Yeşilçam film senaryosuna bakar gibi hissedebileceğiniz bölümler olsa da, Nazım’ın yazdığını hatırdan çıkarmazsanız, ustanın satır aralarında çizdiği İstanbul resimlerini, insan davranışlarını, dostluğu, ihaneti, sevgiyi, emeğin kutsallığını yakalıyorsunuz.

Esnaf olarak hayatını sürdürürken, savaşın getirdiği yıkım ve fakirlikten nasibini alan Nuri Usta ilk defa, işçi olmanın ne demek olduğunu anlayıp değişirken, daha önce çalıştığı köşkün evsahibinden hamile kaldıktan sonra Nuri Usta’nın eşi olan Gülizar ve oğul Ömer de, bu değişime ayak uydururlar.

Nuri Usta’nın güncel kahvehane sohbetlerinde tanıştığı kimi karekterlerle hayatı tahlil edişi ve savaş sırasında her şeylerini kaybederken, İstanbul işgal edilirken, fakirleşirken, nerdeyse yok olmaya yüz tutmuşken, birden bire tanıştığı komitacılarla başlayan dönüşümü arasında ki açı muazzam. Nuri Usta, artık daha çok okuyan, düşünen, sorgulayan ve aynı zamanda öğrendiklerini hayata geçirirken de işkenceden geçen birisi olur.

Nuri Usta’nın bu yolculuğu sırasında, Ömer de, savaştan ölüsü gelenlerin, daha da fakirleşenlerin, İstanbul Hükümeti’nin jurnalcılarının,
işbirlikçilerinin, savaşı fırsat bilip daha da zenginleşenlerin ve tabii bütün bunlara sessiz kalmayıp isyan edenlerin arasında, Nuri Usta ile büyür. Doğduğundan beri anasının memesinden gayrı içemediği sütü ilk defa bir sütçü dükkanında Bulgar komitacı abisinden içerken, mahalle arasında sahip oldukları bir avuç leblebiyi ya da istifçi bakkaldan ‘kamulaştırdıkları’ bir teneke gazı paylaşırken çoktan devrimci olmuştur bile.

Nazım, o günleri yansıtırken tabii ki tercihlerini kullanıyor; kendi halinde yaşayan insanların yorgun bedenlerini savaşa taşırken kopan uzuvlarının utanç ve üzüntüsü ile ölümlerini resmederken, ölümün yoksullar için olduğunu, kalanların da devlete hizmet adı altında çalıştırılıp başkalarını zengin ederken, savaştan nemalananların hep varolduğunu...

Nazım Hikmet'in devrimci romantik anlatımıyla, sınıf bilinci gelişen Nuri Usta, Sait ve Stoyan yoldaşlardan aldığı birikimle, Ömer'in tasvirleriyle de, giderek daha da “kusursuz" bir karakter halini alıyor.

Romanda ki önemli simgelerden olan Ömer’in oyuncak trenine kimleri alıp almayacağını keskin netlikte seçmesi emekçi olan olmayanlara karşı gösterdiği tavır ile koşuttur.

Nazım anlatmak istediklerini hep dolaylı olarak, imgelerle, tasvirlerle anlatıyor. Bu belki onun romancı yanından belki de anlattıklarının o dönemin Türkiye’sinde sakıncalı olmasındandır. Bu dolaylamadan bence en çarpıcı ve detaylı olanı, Ömer’in avukatlık bürosu için bir hanın, küçük bir odasını tuttuğunda duvara astığı üç resimde saklı. Nazım’ın roman boyunca kullandığı referanslar bu resimlerde vücut buluyor ve Ömer’in dünya görüşünü somut olarak dışa vuruyor. Kitapta bu resimlerin kime ait oldukları açıkça söylenmiyor ama dikkatli okuyucular bunu kolayca anlayabilir.

Her filmde, romanda veya bir başka sanat eserinde olduğu gibi, o eserden size ne kaldığı, sizin birikiminiz, merakınız, algınız ve sanatçının yani Nazım’ın neyi düşünerek bunları yazdığı ile ilgilidir. Kitap, Meşrutiyet-Cumhuriyet arasındaki tarihi bir kesiti anlatırken, bu kesit kimine bir insanın hikayesini ve değişimini, kimine de bir ideolojinin etkin hale geldiğinde yeni bir insanı nasıl yaratabileceğini çok güzel anlatıyor.

Kitabı okurken, Nazım’ın kullandığı eski dil sebebi ile bazen sözlüğe başvurmak gerekiyor. Ama yine de kitaptan uzaklaşmadan devam edebiliyorsunuz.

Cüneyt Göksu, Kasim 2019


Birgun 

8 Haz 2019

Güney Afrika’dan haber var


Güney Afrika tarihinin, kara kıta Afrika’dan pek de farkı yok; hep sömürge, hep sömürge

Avrupalılar’ın uzun süre hiç haberinin olmadığı bu ülke, 1400’lerin sonunda Ümit Burnu’nun keşfiyle tanındı ve Avrupa - Hindistan arasında seferler yapan gemiciler için Güney Afrika sahilleri bir uğrak noktası oldu. 17. yüzyılın ortasında Cape Town’da kurulan levazım istasyonu ile de sömürge olmasının yolu iyice açıldı. 1815’de Avrupa devletleri arasında yapılan anlaşma ile Güney Afrika’nın bir İngiliz Sömürgesi olduğu kabul edildi.

1902’ye kadar sömürgeci İngilizler ve kafatasci Irkçılar arasındaki savaş, sömürgecilerin kazanması ile bitse de yerli halk açısından fazla birşey değişmedi. Güney Afrika, dört federasyondan oluşan bir ülke halini aldı. 1924’de ırkçılık kanunlarla da meşrulaştırıldı, siyahların yurttaşlık ve siyasi hakları ellerinden alındı. 1948’de ırkçılığın zirve yaptığı yıllardı. II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle ülkede azınlıkta olan beyazlar, hâkimiyetlerini Nasionale Party önderliğinde genişletti, Apartheid politikaları otoriter bir şekilde uygulamaya koyuldu. Ülkede iki sınıflı, cogunlugun haklarını kısıtlayan bir toplum yapısı oluşturuldu. Bu politikaları terk etmemek için ülke 1961’de Commonwealth (İngiliz Milletler Topluluğu) teşkilatından dahi ayrıldı. 1968’de dünya gençlik hareketleri ile çalkalanırken, Güney Afrika’da ki ırk ayrımı gösterilerinde yüzlerce genç ölüyordu.

1990'lı yıllarda artan isyanlar, gösteriler, grevler sonucunda, iktidarda ki Nasionale Party, kendi iktidarının yetkisizleştirilmesi konusunda ilk adımları atarak, o güne kadar yasadışı olarak kabul edilen ve başta Afrika Ulusal Konseyi (ANC) olmak üzere birçok muhalif partilerin yasağını kaldırıp; 27 yıl cezaevinde kalan Nelson Mandela’yı serbest bıraktı. Siyahların ilk defa özgürce oy kullandığı 1994 seçimlerinde iktidarı ele alan ANC, iktidarını günümüzde de koruyor. Nelson Mandela, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ilk siyahi başkanı olarak devlet başkanı olarak seçildi.

Beyaz adam, kıtada değerli madenleri ve elması bulunca hemen çalıştırmak için siyahlara yüklenmiş. 1800’lerin sonunda sömürüldüğünün farkında olan siyahlar çalışmayı reddedince de, Hindistan’dan işçi getirmiş madenlerde çalıştırmış. Bu hint kökenli Güney Afrika’lıları çokça görmek mümkün. 1900’lerin ortalarında, siyahların hiç bir hakkı yok ve neredeyse beyazların kölesi olarak çalışıp yaşam savaşı verirken, Hint kökenlilerden bir arasınıf oluşmuş.

Öyle ki, Irkçılık politikasının bir neticesi olarak beyazlar, zenciler ve asyalılar birbirinden farklı yerleşim bölgelerinde yaşayıp, farklı siyasi ve iktisadi hakları kullanıp, kendi okullarında eğitim aldılar. Beyazlar için büyük bir serbestlik olmasına rağmen, diğer grupların okulları hükümet kontrolünde olmus hep.

Güney Afrika ilk ayak bastığınızda sizi ürkek karşılayabilir ama gezerken, insanlarla etkileşirken tarihçeyi ve siyahlara yapılmış haksızlıkları hatırlayın, hak verirsiniz.

THY, hergün karşılıklı, hem de birkaç şehire sefer yapıyor. Türk vatandaşlarına vize yok. Johannesburg Havalimanından çıkışta Gautrain ile gideceğiniz en yakın yere gidebilirsiniz. Güvenli, konforlu, hesaplı...

Johannesburg, yaklaşık 5 milyon nüfusu ile Güney Afrika Cumhuriyeti’nin en büyük, Afrika kıtasının ise üçüncü büyük şehri. Evler, şirketler elektrikli tel ile çevrili, sitelerin girişinde korumalar var. Zengin gettolarının sokak girişleri dahi korumalı. Güvenlik sorunu olan bir şehir. Hep dikkatli olmakta fayda var. Zaten sürekli uyarılıyorsunuz.

Kaçırılmaması gereken en önemli yerlerin başında Apartheid, Irkçılık Müzesi geliyor. Ülkenin yakın tarihini, geçmiş ile hesaplaşarak öğretiyor. Açık, net, tarafsız, yalın. Toplumsal olaylara müdahale eden, TOMA’lardan daha da büyük ama içindekilerin halka ateş açtığı araçlar, idam sehpaları, otobüslerde, devlet dairelerinde beyaz/siyah ayrımcılığını gösteren uygulamaların belgeleri, fotoları ve videolar. Muhakkak görülmeli. Mandela için ayrı bir bölüm var.

Johannesburg’ds Soweto bölgesi bir diğer görülesi yerdir. Buraya yaklaştığınızda rüzgarın topraktan taşıdığı kırmızı toz size geldiğinizi haber veriyor. 1904’de altın madenlerinde çalışan siyah göçmen işçilerin yaşaması için inşa edilmiş. 1950’lerde ırkçılığın zirve yıllarında, şehir merkezleri sadece beyazlara tahsis edilmiş ve siyahlar buraya sürülmüş. Yüksek güvenlikli duvarlarının arkasında korunan Winnie Madikizela-Mandela’nın geniş evini görmek şart. Oluklu teneke kulübeleri, aralarında gerilmiş parlak renkli çamaşır bantları ve yolda oynayan çocuklar. Vilakazi sokağı da önemli. Dünyada nobel ödülü sahibi iki kişinin evinin olduğu tek sokak, Desmond Tutu ve Nelson Mandela.

Mandela meydanı da görülmeli. Bol turistik, restoranı, AVM’si dolu, cıvıl cıvıl bir bölge. Belki de beyazların şehirde en rahat dolaştıkları yer. Ekonomik olarak Türkiye’den daha zor koşullarda olan Güney Afrika’da tatmadan dönülmemesi gereken et çeşitleri var. TL’ye çevirdiğinizde lüks restoranda yediğiniz et, bizde kasaptan aldığınızdan daha uygun.

Bir de biltong var yani kuru et. Güney Afrika mutfağının en önemli besini ve az yağlı olması antilop etinden olmasindan. Az yağ, çok protein oldugundan, sporcuların ve biraseverlerin favorisi. Nereden alırsanız alIn, ister sokak, ister marketten hazır paket, ya da kiloyla açık hepsi güzel

Aslında ülkenin, belki de dünyanın en güzel yerlerinden birisi bence Cape Town. Yılın her mevsimi yapacak birşey bulabilirsiniz. Kasım-Aralık’da biz kışı yaşarken, Cape Town’ın en güzel zamanı.

Evet THY buraya da uçuyor. Sub Tropik iklimi olan ülkenin, Akdeniz iklimine yakın olan bölgesi burası. Cape Town aynı zamanda ülkenin en büyük balıkçılık limanı. Açık deniz avcılığı gelişmiş, Sardalya, morino, istakozyengeç en çok avlanan su ürünlerinden. Şehrin simgesi ‘Masa Dağı’ muhakkak görülmeli. Masalsı dağayı döner teleferikle çıkarak dünyanın en güney noktalarından biri olan muhteşem körfezi seyredebilirsiniz. Eyfel kulesi nasıl Paris’e hakimse burası da aynı. Dünya mirası Masa Dağı, halen dünyanın 7 harikasından birisi ve Afrika’nın en fazla fotoğraflanan yeri. Dağın tepesindeki kayalar 600 milyon yaşında ve %70 bitki örtüsü endemik yani dünyanın başka yerinde yok. Teleferikle çıkıldığı gibi, yürüyüşçüler için 10 civarında farklı rotadan 3-5 saat arasında yürüyerek çıkılabiliyor.

Long Street’de tabii ki yürüyerek keşfedilmesi gereken, her köşe başında başka dükkanların olduğu, Afrika ve hint mutfağına ait sokak yemeklerini tadabileceğiniz, özellikle sırt çantası ile gezenlerin rağbet ettiği bir cadde.

Cape Town’ın liman bölgesi ve marinada genellikle beyazların takıldığı, ‘iyi yemek’ yiyeceğiniz hoş yerler çok var. Hava genellikle çok güzel olduğundan cennet gibi bir yer. Ama bu cennetin çoğu çalışanı siyahlar, tadını çıkartan ise turistler ve yerli beyazlar.

Güney Afrika’nın bir diğer olmazsa olmazı şarapları. 5-6 TL’ye nefis şaraplar almak mümkün. Cape Town’da bu leziz şarapların çıkış noktası olan Stellenbosch Kasabası da görülmeye değer. Burada Güney Afrika’nın nadide şaraplarının tadına bakabilirsiniz.

Ümit Burnu, kıtanın güneydeki uç noktası, Cape Town merkeze sadece 1.5 saat uzaklıkta ve buraya gelmişken görmemek olmaz.

Genel olarak, ister konformist, ister mütevazi, isterseniz sırt çantası keşfi yapacaksanız, ilk defa Afrika deneyimi yaşayacaksanız, Güney Afrika doğru bir başlangıç. olağanüstü doğası ve ulusal parkları ile doğal hayatı gözleyceğiniz, kara kıtanın kültürüne tam da içinden bakacağınız, hep okuyageldiğiniz sömürge tarihinin capcanlı ve acı izlerini bulacağınız, hiç tadmadığınız tadları bulacağınız çok da güzel bir ülke.

Ha unutmadan, bütün eski İngiliz sömürgelerinde olduğu gibi, trafik soldan akıyor,çayı sütlü içiyorlar, otel calisanlari siyah ama mudurleri beyaz!

21 Tem 2018

Bali Notları - 2018























Bali Denpasar havalimanına gelen herkesin gördüğü ama pek de durmadan geçtiği bir heykel sizi karşılar. 1993’de yapılan, Ünlü Hint Destanı Mahabarata’dan bir savaş sahnesinin canlandırıldığı bu heykel Savaşçı Ghatodkaja’nın, Karna tarafından ok ile öldürülüş sahnesidir. Detayları merak edenler Mahabarata destanına göz atabilir






















Kuta Plajı, Bali’nin en büyük, en gözde, en temiz plajlarından birisi, Batı sahilinde. Buradaki hiç bir plaj ülkemizdeki gibi değil. Alabildiğine özgür, herkese açık, kimsenin kimseye karışmadığı ve uygarca. Sörf ve su sporlarının en gözde yeri. Plajın arka tarafı boylu boyunca kafe ve lokanta dolu. Taksi olarak Blue Bird kullanılmalı ve muhakkak taksimetre açtırılmalı. Güneşin batışı kaçmaz.























Jimbaran Plajı yine batı sahilinde dev bir plaj. Buranın bir diğer özelliği hemen kumsaldaki salaş balık lokantaları. Girişte istediğiniz balık ya da deniz ürünlerini tarttırıp, sahilde ayaklarınız kumun içinde, güneşin batışı ile oldukça uygun fiata yemek mümkün. Plaj boyunca otel veya tatil köyleri de var ama hiç biri plajı kapatıp, halkın kullanımını engellemiyor, İstediğiniz yere oturmanız mümkün.























Jimbaran’da geleneksel bir olaya da tanık olduk. Hindu inancına göre, doğumdan çok ölüm kutsanıyor. Ölü beden, bir süre mezarda kalıyor, daha sonra çıkartılıp, yakılıp külleri denize atılıyor. Bu yakma, hazırlanma, dua ve denize atma neredeyse tam gün sürüyor. İşte Ngaben olarak adlandırılan bu tören tam da biz Jimbaran’dayken denk geldi. Yakma töreni sonrası, ölülerin külleri, çiçekler ile süslenmiş olarak, kadınlar tarafından taşınıyor. Sahilde yapılan kutsama ve dualar sonrası, küller teknelerle okyanusa taşınıp denize atılıyor.























Şimdiye kadar gördüğümüz en güleryüzlü insanların yaşadığı Bali’de Hindu inancı yaygın. Her gittiğimiz yerde, gün doğumundan, gün batımına kadar rastlanan sunular, Tanrıya duyulan sevginin sembolü. Özenle hazırlanmış, sessiz dualar ile yerleştirilen bu sunular, ne kadar güzel ve süslü olursa o kadar çok sevgi ve şükran ifade ediyormuş. Palmiye yapraklarından özene bezene hazırlanan, minik sepetler içine çiçekler, meyveler, ıslak pirinçler, çukulatalar, sigaralar ve soya koyuyorlar.

Araçlara, dükkanlara, evlere ve tapınaklara konan bu sunuların ana amacı birbirlerini korumak ve nimetlendirmek, doğa, tanrı ve diğer insanlar ile olan ilişkilerinde huzur ve uyumu bir arada yaşatabilmek için.

8 Tem 2018

Küba’da bir LGBT deneyimi



2018, bu defa adaya yaptığım onikinci seyahat. Küba’ya her seyahat ayrı bir tecrübe ve her defasında yeni insanlar ve olaylarla karşılaşma, hayatın yavaşlığına rağmen kendini tekrar etmeyen deneyimler, bazen de yılların değiştiremediği insanlara hayret ediş.

Küba’da veya herhangi bir başka egzotik yerde gezerken, hele de önyargılarınızı evde bırakıp gelmişseniz, karşınıza çıkan deneyimleri yaşamaya hazır olmanız gerekir.

Açıkçası geride kalan onbir seyahatte adanın türlü cesit politik, kültürel ve yaşamsal birçok noktasına temas etmiş, başımdan da IRMA Kasırgası gibi bir tecrübe geçmiş olmasına rağmen, LGBT meselesi ile ilgili bir tecrübem olmamıştı.

Hal böyleyken, Haziran 2018’de gittiğimiz seyahatte Küba bu defa beni LGBT başlığı üzerinden hem çok şaşırttı, hem de yeniden gururlandırıp, medeniyetin nasıl bir gösterge olduğu konusunda eşsiz bir örnek verdi.

Bir Trinidad akşamında, yemekten sonra, dünya mirası olan küçük meydandan çıkıp yürüyorduk ki, uzaktan bir müzik sesi duyduk. Aslında Küba için hiç yadırganacak bir durum değil müzikle her yerde karşılaşmak, ama gecenin gec bir saatinde eğlence mekanlarına da uzak sayılacak bir yerden gelen bu ses ilgimizi çekti, yürüdük, ulaştık.

Vardığımızda, büyükçe bir binanın açık olan arka giriş kapısını ve dışarıya gelen müzik sesini arkasına almış, oldukça şık kostümler içinde, çok makyajlı bir "drag queen" sigara içiyordu. Yanına yaklaştım, mekanın girişini sordum, bana binanın diğer tarafını işaret etti.

Ön girişe geldiğimde, aslında buranın, Trinidad’da tiyatro, sinema ve gösteriler için kullanılan, halka ait bir sosyal bina olduğunu farkettim. İzin alarak içeri girdiğimde gördüğüm manzara yalnızca enteresan değil bir o kadar da güzeldi.

Sahnede aşırı abartılı kostümleri ile şarkı söyleyip, dans eden ve gösteri yapan LGBT’ler ve etrafında onları alkışlayan kadın, erkek, çoluk, çocuk Trinidad insanları, Küba’lılar... Müthiş yüksek sesli müzik, herkes koltuklarından ayağa kalkmış, müziğe tempo tutuyor ve dans ediyor.

Geç olmuştu ve gösteri bitmek üzereydi. Ertesi akşam tekrar edileceğini öğrendim. Arkadaşlarımla yeniden gelmek üzere ayrıldık.

Ertesi akşam saat 22:00 sularında, bu defa gösteriyi baştan izlemek için tam zamanında geldik. 1 CUC, yaklaşık 1 Avro, giriş ücretini ödeyip salona doğru yönelmeden önce hepimize birer küçük paket verildi.

Paketin içinde, bir prezervatif ve oldukça güzel hazırlanmış kullanım kılavuzu, cinsel yolla geçen hastalıkların açıklamaları ve korunma yöntemleri, HIV konusunda broşürler ve eğitim materyalleri vardı.

Önyargısız olsak da, biraz şaşkın, içeride ne ile karşılaşacağımızı bilmeden daldık kapıdan.

İlk gördüğümüz yine çoluk çocuk gelmiş kalabalık Kübalı aileler oldu. Herkes gülüyor, eğleniyor ve gösterinin başlamasını bekliyordu. Çocuk her yerde çocuk! Sıraların, koltukların arasında prezervatifleri çoktan balon yapıp oynamaya dalmışlardı bile.

Gecikmeli de olsa gösteri başladı.

Yine oldukça süslü, pırıl pırıl kostümüyle bir sunucu göründü önce. Sırayla şarkıcıları davet ediyor, her şarkı ve gösteri arasında, söyleşiler ve kısa dans gösterileri ile program devam ediyordu. Ara ara şarkıcılara çoktan seçmeli sorular soruluyor ve yanıtın açıklaması bütün salona yapılıyordu. Gösterinin sonunda her şarkıcı izleyicilere yeniden tanıtıldı ve alkış istendi. En çok alkışı alan birinci seçilerek, şarkısını ve gösterisini yeniden okudu, gecenin galibi ilan edildi. Sertifikalar ve çiçek demeti ile ödüllendirildiler, gece sonlandı.

Bu geceyi kendi aramızda da çok konuştuk.

Öncelikle böyle bir etkinliğin önyüzünde gösteri ve eğlence olmasına rağmen, arka planında herkese hitap eden, özgür, kapsayıcı ve olmazsa olmaz bir temel eğitimin varlığını, toplumun bütün kesimlerinin bir arada, uygarca eğlenirken bir yandan da sıkmadan, sıkılmadan eğitilebildiğini gördük.

Küba toplumculuğunun gerçekten de halka yansımış, içselleşmiş, medeni bir uygulamasıydı bu. Ya da şöyle de denebilir, kendini “çağdaş uygarlık seviyesinde gören bir toplumun” ölçütlerinden biriydi bu ufak tecrübe ve gözlem.
 
Değişerek, değişmemesi gerekenleri koruma mücadelesini de veren Küba’ya bir defa daha bin selam olsun. 

1 Nis 2018

Mısır seçimlerine dair gözlemler







Bir vesile ile Kahire’de iken Devlet Başkanlığı seçimlerine denk geldim, bazı izlenimlerim oldu.

Mısır’da ki bu son seçim ve kampanyası bana iki konu hatırlattı

İlki, 1980’lerin Türkiye’sinde askeri darbe sonrası yapılan seçimler. Birkaç on yıl geriye gidersek, Kenan Evren cuntası darbeyi yapmış, Devlet Başkanı olmuş, sonrasında yeni anayasa oylaması yapılarak, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı olmuştu.  4 Kasım 1983'te seçimlere iki gün kala TRT'de üstü kapalı bir biçimde Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal'ı eleştiren bir konuşma yaptı. Aslında bu hareketi ile askeri yönetimin güdümündeki Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin (MDP) oylarını artırmaktan çok askeri yönetime duyulan tepkiyle Turgut Özal'ın oylarını artırmayı hedeflemişti. Ama konunun anafikri, yaptığı darbe sonrası, demokrasiyi, insan haklarını, kazanımları, özgürlükleri askıya alan bir darbeci komutan, kendi çalıp, kendi söylediği bir seçimle cumhurbaşkanı seçildi, tasarladığı parlamenter sistemi ve siyasi partileri de ülkenin merkezine çakmıştı.

Mısır’daki seçimlerin bana hatırlattığı ikinci konu ise bir çocukluk anım. Türkiye’nin bir başka dönemiydi. Iranlı yazar Samad Behrangi’nin Türkçe’ye çevrilmiş çocuk kitaplarını okuyup beynimizin şekillendiği dönemler. O yıllardan bir çizgi roman hatırlıyorum.
Hayali bir ülkede seçimler yapılmaktadır. Ülke de tek aday vardır. Her yerde aynı ve tek adayın afişleri asılı, kampanyalaları yapılmaktadır. Afişlerin bir kısmında adayın sola bakan portresi, bazılarında sağa bakan portresi vardır. Kampanya şöyle yapılmaktadır.
-          Oyunu sağa bakan adaya ver.
-          Oyunu sola bakan adaya ver

İzlenimlerime göre Mısır’da da seçimler tam da bu şekilde yapılmakta. Heryer Sisi afişleri ile dolu, belirgin bir rekabet olmayınca sokaklarda bir heyecan da yok. Bir rakip aday var ama o da Sise’ye hayran olduğunu açıklayan bir Parti’den yapılan göstermelik bir figür, Moussa Mostafa.

Herkes sonucu kabullenmiş gibi. Oy verenlerin çoğunluğu daha yaşlı ve geleneksel kesim. Mısır nüfusunun %61’i 30 yaş altında ve gençler oylamaya daha az ilgi gösteriyor. Kahire’de bir kafe’de konuştuğum 19 yaşındaki Ahmad, 3 defa devalue olmuş Mısır Pound’u yüzünden feci durumdaki eknonominin vurduğu gençlerden. Sadece ekonomik beklentiler içinde olduğundan oylamaya katıldığını söylüyor.

Oylamaya katılımı arttırmak için, en çok oy kullanılacak bölgelerde su ve kanalizasyon altyapısının iyileştirilmesine öncelik verileceği, boykot edenlerin 500 Mısır Pound’u yaklaşık 20 Avro ile cezalandırılacağı açıklandı.

Sisi’nin seçileceği kesin ama katılımın yüksek çıkması, dolayısı ile gerçekten “seçilmiş” lider olduğunu kanıtlamak için uğraşılıyor. Resmi basında sıraya girmiş oy kullanmayı bekleyenler, gelin/damat olarak oy kullanan çiftler, tekerlekli iskemle ile gelenlerin fotoları göze çarpıyor. Yine bir yemekte tanıştığım 22 yaşında, ismini vermek istemeyen bir genç insana göre, oy verme istasyonlarında danslar ve şarkılar eşliğinde oy veren yaşlı insanlar tarihten hiç birşey öğrenmemişler. Heliopolis istasyonunun yakınında oturan bu genç oy vermeyeceğini, çünkü kendisinin ve fikirlerinin bu ülke için bir önemi olmadığını, bu denklemin bir yerinde oturmadığını, sesinin duyulmadığını düşünüyor. Oy verenleri yargılamadığını ama liderlere bu şekilde sınırsız özgürlük, “carte-blanche”, verildiğinde, bu liderlerin yaptıklarından yine bizlerin sorumlu olacağını düşünüyor.

Seçilmesi garanti olan ve Demokratik(miş) gibi duran kozmetik seçim, Sisi’nin ulusal ve uluslararası görüntüsünü güçlendirmek için yapılıyor, biraz da adet yerini bulsun diye. Ama sokaklardaki “yalaka” afişler gözden kaçmıyor. Google Translate ile çevirdiğim bir afişi yine kafede ki gençler ile tartıştım.

Afiş, Sisi yanlısı bir iş adamı tarafından hazırlanmış ve Kahire’nin en işlek yerlerinden, Tren istasyonuna asılmış. Mesaj şu
“Sen, Sisi, Mısır’ın Rüyasısın”

Gençler bunun çok yanlış ve abartılı olduğunu düşünüyor ki, bu gençler oldukça milliyetçi sayılır gördüğüme göre. Sisi’nin beklenen bir rüya, tanrısal bir figür olarak gösterilmesi yerine, Mısır’ın 1000 yıllık rüyasını gerçekleştirecek biri olarak gösterilmesini tercih ediyorlar.

Gençler bu durumu çok da reddetmiyorlar. Sisi, Mısır’ı yöneten ilk askeri diktatör değil. Gamal Abdel Nasser, Anwar Sadat, ve Hosni Mubarak gibi eski başkanlar hep asker kökenliydi. 1.2 Milyon Aktif personeli olan ordu’yu kontrol edebilen bir başkanın ülkeyi ve ekonomiyi de yönetmesi bu anlamda kolay oluyor.

Bir başka yorum ise aslında Sisi’nin, ekonomik koşullardan dolayı  popüleritesinin düştüğü ama insanların artık çaresizlikten oy verdiğini söylemesi. Mısır’da her ülke de olduğu gibi gelir dağılımı zıtlığı zirve yapmış durumda. Bir tarafta gösterişli AVM’ler, diğer tarafta Kahire’nin o eski, kültür zengini ama bakımsız sokaklarındaki çöp yığınları, yorgun insanlar.
Gençlerin yaptığı bir isim listesi liste var, Sisi’nin rakipsizliğini gösteren. Fotoğraf ve ses kaydına izin vermediler o yüzden kağıda not alabildim ancak. Bakın Sisi’nin olası rakiplerinin başına neler gelmiş:
1/ Ahmed Konsowa, albay, başkan adaylığını açıkladıktan sonra 6 ay hapse mahkum olmuş.
2/ Sami Anan, emekli albay, Sisi aleyhine kampanya yapınca 30 arkadaşı ve ailesi ile tutuklanmış.
3/ Eski Başbakan, Ahmed Shafiq, kampanya yürüteceğini açıklayınca, Birleşik Arap Emirlikleri’nden sürülmüş.
4/ Eski Başkan Sedat’ın yeğeni de mevcut korku ikliminden dolayı adaylığını geri çekmiş.
5/ Sosyal medya üzerinden kampanya yürüten Avukat, Aktivist, İnsan Hakları Temsilcisi, Khaled Ali’de Anan’ın başına gelenlerden dolayı adaylıktan çekilmiş.

Sonuç olarak bu karşıt görüşlülerin yaptıkları bir boykot çağrısı da var ki bu konuda seslerini yükselten 13 kişi tutuklanmış durumda.

Havalimanı yolunda taksici Hossam ile konuşuyorum.
Seçimleri 'monkey business' olarak adlandırıyor. Hossam'a göre Mısırlıların %25'i oy vermeyecek. Sisi'yi sevmedikleri ve başka da alternatifleri olmadığı için. Ekonomik olarak Mübarek'ten beri fiatların dört kat arttığını, Mısır'ın doğal kaynaklar, kültür ve tarih gibi birçok alanda zengin bir ülke olmasına rağmen, fakirleşmelerinin herkesi mutsuz ettiğini ama bunu herkesin içinde de konuşamadıklarını söyledi. Ordu ve Polisi kontrol eden Sisi, aslında bir korku imparatorluğu kurmuş durumda. 'Müslüman Kardeşler'in artık bir tehdit olmadığını, destekçilerinin de etkisizleştirildiği görüşünde.

Hossam demokrasiye inanıyor ama ülkesi için bunun yakın gelecekte olmayacağını düşünüyor.
 
Bütün bunları üst üste koyunca, Mısır seçimlerinin, yazının başında bahsettiğim çizgi romandan farkı yok. İnsanlar çaresiz, sessiz ve sindirilmiş. Alternatif basın ancak sosyal medyadan sesini duyuruyor. 

Birgun