Ileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eki 2021

Che Yaşıyor!


 1928 - 1967 yılları arasında yaşayan, Arjantin doğumlu, Ernesto "Che" Guevara Lynch, Küba devriminin üç komutanından biridir. Bu derleme, onun, 1965'de Fidel'e yazdığı veda mektubunun ardından ortadan kayboluşundan, 9 Ekim 1967’de Bolivya'da öldürülüşüne kadar geçen zamanda, farklı kişiler ve devletler tarafından hazırlanan belgeleri inceleyerek, neler yaşandığını, ABD'nin ortadan kaldırmak için onu 2 yıl boyunca nasıl adım adım izlediğini, neleri planladığını, bu yapılanların günümüzde yaşananlarla ne kadar benzerlik gösterdigini anlatmak adına yapıldı.

 

Che, 1961 – 1965 arasında, Küba Büyükelçisi olarak bütün dünyayı dolaştı. Sovyet Komünizmi’nin işleyişi konusunda uğradığı hayal kırıklığını, 1965 Şubat’ında yaptığı bir konuşmada dile getirdi. Küba’ya yaptığı baskıyla Sovyetler Birliği Latin Amerika’daki devrimci hareketi desteklemek yerine, Küba’dan sosyalist bloktaki “iş gücü görevini” yerine getirmesini istiyordu. Che, Afrika, Asya ve Güney Amerika’da gerilla tarzı devrimci hareketin gerekliliğini savunuyordu.

 

3 Ekim 1965: Fidel bir konuşmasında, Che'nin Nisan ayında yazdığı veda mektubunu açıkladı. Bu mektupta Che, "Küba Hükümeti’ndeki bütün haklarından vazgeçtiğini, Küba devrimi adına bütün görevlerini yerine getirdiğini" söyleyerek, silah arkadaşlarına ve kendi halkı olarak gördüğü Kübalılara “elveda” diyerek Küba’yı terketti.

 

18 Ekim 1965: CIA Analisti Brian Latell tarafından hazırlanan bir rapora göre, Che'nin Küba'yı terkedişi şu gerekçelere bağlanmıştı. "1964'den itibaren Che'nin Küba Hükümeti içindeki gücü zayıflamaya başladı. 1963'te, Che'nin planı olan, devrimin ilk 5 yılındaki sanayileşme ve merkezileşme politikaları, Fidel'in iktidarda olduğu dönem içinde ekonomiyi kötü duruma getirdi. Che, ekonomide Sovyet modeli yerine, Çin modelini temel alıyordu. Bir diğer problemse, Che, dış politikada ‘devrimci duruşundan hiç taviz vermeden’, Küba Devrimi’ni Latin Amerika ve Afrika'ya ihraç etmeyi hedefliyor, diğer Küba liderleriyse bütün dikkatlerini Küba Devrimi’nin gelişmesine ve iç problemlere vermek istiyordu. 1964’te çıktığı üç aylık dünya turundan döndüğünde, uyguladığı politikaların çalışmadığını gördü ve devrim mücadelesini dünyanın başka bölgelerinde vermek üzere Küba'yı terketti."

 

1966: Che, Eylül - Kasım arasındaki bir tarihte, Uruguay pasaportuyla, ülkedeki komünist gerilla hareketine liderlik etmek üzere, Bolivya'ya ulaştı. Bolivya'yı seçmişti çünkü; diğer Latin Amerika ülkelerine göre Bolivya, ABD çıkarları için "daha az tehlikeliydi”; Bolivya'daki sosyal durum ve gelir dağılımı dengesi, devrimci ideolojinin gelişmesine uygundu;  son olarak da Bolivya, 5 ülke ile sınırdaştı, eğer gerilla hareketi başarılı olursa devrimin bütün Latin Amerika'ya yayılması çok kolay olacaktı.

 

Bahar 1967: Mart - Ağustos arasında, Che ve gerilla birliği, 6 ay boyunca Bolivya ordusuyla çatıştı.

 

28 Nisan 1967: Bolivya Silahlı Kuvvetler Komutanı General Ovando ve Bolivya'daki ABD birliği arasında, CIA tarafından organize edilerek imzalanan işbirliği anlaşmasıyla, ortak bir askeri birlik kuruldu. Birliğe Panama'daki ABD Özel Kuvvetlerinden 16 asker dahil edildi. Daha sonra bu birlik, ABD ekipmanı ve CIA ajanlarının desteğiyle Che'nin tuzağa düşürülüp yakalanması için çalışacaktı.

 

11 Mayıs 1967: ABD Başkanı Lyndon B. Johnson'a sunulan bir raporda, Che'nin "hayatta" olduğu ve Güney Amerika'da "operasyonel" durumda olduğu rapor edildi. Çünkü, Küba'dan ayrıldığından beri haber alınamayan Che'nin "öldüğü" sanılıyordu.

 

Haziran 1967: CIA ajanı Felix Rodriguez aldığı bir telefonda, Güney Amerika'da özel bir göreve çağrıldığını, kontr-gerilla tecrübesinin kullanılacağını, Bolivya'da operasyonda bulunan Che ve arkadaşlarının izinin sürülmesi ve yakalanması konusunda görevlendirildiğini öğrendi.

 

26-30 Haziran 1967: Sovyet Dışişleri Bakanı Aleksei Kosygin Küba'yı ziyaret etti. CIA kayıtlarına göre bu ziyaretin iki sebebi vardı: Birincisi, Orta Doğu’daki Arap-İsrail krizi konusunda Fidel'i bilgilendirmek; ikincisiyse, Latin Amerika'daki Küba devrimci faaliyetlerini Fidel'le tartışmaktı. CIA kayıtlarına göre Kosygin, "Che'nin Bolivya'daki gerilla faaliyetlerinin komünizme zarar verdiğini, ‘sosyalist’ olduklarını söyleseler bile hükümet karşıtı güçlere, destek vermenin, Latin Amerika'daki Sovyet destekli komünist partilerin çalışmalarını zorlaştırdığını" söylüyordu. Buna karşılık Fidel, "Küba'nın, Latin Amerika'daki her ülkeye, bağımsızlıklarını kazanmaları için her türlü desteği vereceklerini, Sovyetler Birliği’nin kendi başlattığı devrim geleneğine sırtını döndüğünü" söyleyerek cevap veriyordu.

 

Ağustos 1967: Rodriguez, Bolivya'nın La Paz şehrine ulaşarak, CIA'in oluşturduğu askeri birlikle ve karşı-devrimci Gustavo Villoldo'yla tanıştı. 31 Ağustos'da, ABD destekli Bolivya ordusu gerillalara karşı ilk zaferini kazandı. Che'nin adamlarının üçte biri öldürüldü. Paco olarak bilinen Jose Castillo Chavez, canlı ele geçirildi.

 

Eylül 1967: Rodriguez, Albay Saucedo'la beraber Vallegrande'ye giderek Paco'nun sorgusuna katıldı. Bolivya hükümeti uçaklardan attığı broşürlerle, Che'nin başına 4200 USD ödül koyduğunu duyuruyordu. Bolivya'nın güneydoğusundaki ormanlarda, gerillalara destek veren on beş kişilik bir grup yakalandı. İçişleri Bakanı yaptığı bir konuşmada, ele geçen belgeleri, parmak izlerini ve fotoğrafları göstererek "Che Guevara’nın ülkede olduğunu, Küba, Peru, Arjantin ve Bolivya'lılardan oluşan bir gerilla hareketi içinde bulunduğunu” anlattı.

 

26-27 Eylül 1967: Che ve adamları La Higuera'ya geldiler, fakat köy boşaltılmıştı; tuzağa düştüler. Çıkan çatışmada, Che'nin takım liderlerinden Bolivya'lı Roberto ve Küba'lı Antonio öldürüldü; kalanlar Rio Grande'ye doğru geri çekildiler. Ajan Rodrigez, Albay Zenteno'dan, ABD tarafından eğitilen özel birliğin çatışmaya girmesini istedi; çünkü öldürülen Antonio, ona, Che'nin yakınlarda olduğunu düşündürmüştü. La Higuera çatışmasından sonra yapılan taramada, "Gamba" adlı bir gerilla daha yakalandı. Gamba, yapılan sorgulamada gruptan ayrı düştüğünü ve "Che"ye yetişmeye çalışırken yakalandığını itiraf etti.

 

29 Eylül 1967: Albay Zenteno, 650 kişilik, ABD Özel Kuvvetler komutanı Albay Shelton tarafından eğitilmiş birliği çatışmaya, Vallegrande'ye gönderdi. Che ve arkadaşları, Valle Serrano'nun ormanlık alanında kuşatma altına alındı.

 

8 Ekim 1967: Che'nin son çatışması, Quebrada del Yuro bölgesinde oldu. Gerillalar saklandıkları kulübede, özel birlik tarafından kuşatmaya alındı. İlk açılan ateşte, Che bacaklarından vuruldu ve yürüyemeyecek duruma geldi. Gruba liderlik eden Bolivya'lı madenci Sarabia tarafından ateş hattından uzaklaştırıldı; fakat özel birliğin ateşi altında, kolundan da vurulan Che, silah kullanamayacak duruma geldi ve çevresi sarılarak tutsak alındı.

Özel birliğin komutanı Yüzbaşı Prado, Albay Zenteno'ya özel bir mesaj geçti: "Hello Saturno, we have Papa!" Zenteno, yakalanan Che, Sarabia ve 5 gerillanın 7 km ötedeki La Higuera'ya transferini istedi. Yürüyemeyecek durumda olan Che bir battaniye üzerinde, 4 asker tarafından taşınarak bir okulun sınıfına kapatıldı.

 

9 Ekim 1967: Walt Rostow, ABD Başkanı’na, Che'nin "bir süredir kendilerinin eğittiği Bolivya birliği" tarafından yakalandığını raporladı.

 

Sabah 6:15: Ajan Rodrigez ve Albay Zenteno helikopterle La Higuera'ya geldi. Rodrigez’in ilk işi Che’yi görmek ve sohbet etmek oldu, onun, günlüğünün ve diğer belgelerin fotoğraflarını çekti. Hemen ardından Peru veya Brezilya'daki CIA istasyonuna mesaj çekerek durum hakkında bilgi verdi.

 

Sabah 10:00: Bolivya'lı yetkililer, Che'ye ne yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlardı. Onun tutuklanarak yargılanması, bütün dünyanın dikkatini ona ve Küba'ya yoğunlaştıracaktı; Bolivya Devlet Başkanı General Rene Barrientos Che'nin hemen oracıkta idam edilmesine, fakat resmi olarak, savaşta aldığı yaralar yüzünden öldüğünün duyurulmasına karar verdi. Rodriguez, Vallegrande'deki karargahtan Che'nin ve arkadaşlarının idam edilmesiyle ilgili emri aldı ve Albay Zenteno'ya iletti. Fakat bu kararın ABD hükümeti tarafından onaylanmadığını; Che'nin hayatta kalması için her şeyin yapılacağını söyledi; ABD ve CIA, Che'yi Panama'daki ABD üssüne götürmek üzere bir helikopter hazırlamıştı.

 

Rodriguez, Bolivya'lıların ikna olmayacağını fark edince hemen Che'nin yanına gitti ve durumu ona anlattı, Che, karısı ve Fidel'e iletmesi için ona son mesajlarını verdi ve Rodriguez odayı terketti.

 

Saat 13:30: La Higuera'da Bolivya'lı askerler arasında idamı gerçekleştirmek için kura çekildi ve Çavuş Jaime Teran seçildi. Teran odadan içeri girdiğinde, Che, elleri arkadan bağlı, sırtı duvara dayalı oturuyordu, çavuşa baktı ve ayağa kalkana kadar beklemesini söyleyerek doğruldu. Che'nin hareketlendiğini gören çavuş korkarak dışarı çıktı, fakat Albay'dan aldığı emirle, titreyerek odaya geri döndü; o sırada Che'nin ağzından son sözleri duyuldu; "Beni öldüreceğini biliyorum, Ateş et! Sadece bir insanı öldüreceksin!"

 

Öğleden sonra, Ajan Rodriguez ve Bolivya'lı komutanlar La Higuera'yı terkederek, Vallegrande'ye geri döndüler. Che ve arkadaşlarının cesetleri de buraya getirildi; cesetler “bozulmasın” diye ilaçlandı.

 

10 Ekim 1967: Vallegrande'deki "Knights of Malta" hastanesinde, iki doktor, Che'nin ölüm sertifikasını imzaladılar. Sertifikada, "Ernesto Guevara Lynch, yaklaşık kırk yaşlarında, ölüm sebebi göğsüne aldığı kurşun yaraları, 9 Ekim 1967, saat 17:30" yazıyordu. General Ovando, Che'nin, 9 Ekim 1967 saat 13:30'da öldüğünü ve Vallegrande'ye gömüldüğünü dünyaya duyurdu. Bu açıklama, Albay Zenteno'nun senaryosuyla çelişkiliydi. Albay, Che ilk yakalandığında yapmayı düşünüdüğü açıklamadan vazgeçti. Che'den geriye kalanlar, Vallegrande'ye gömüldü; başına konan ödül, öldürüldüğü köye verildi.

 

11 Ekim 1967: Walt Rostow, ABD başkanına sunduğu raporda, "Che Guevara'nın canlı yakalandığını, fakat bütün itirazlara rağmen, General Ovando'nun emriyle idam edildiğini" anlattı. Ayrıca raporda, "Che'nin öldürülmesinin, devrimin, Latin Amerika'da gerilla hareketi olarak yayılmasına darbe vurduğunu, ABD çıkarlarına uymayan hareketlerin, hangi ülkede olursa olsun, “önleyici darbe”yle ortadan kaldırılması politikasının mükemmel çalıştığının göstergesi olduğunu, Che'yi yakalayan birliğin ABD Özel kuvvetleri tarafından 4 ay boyunca eğitilmesinin de bunun en güzel kanıtı olduğunu" belirtti.

 

12 Ekim 1967: Che'nin erkek kardeşi Roberto, Bolivya'ya gelerek, Che'yi Arjantin'e geri götürmek istedi, fakat General Ovando, cesedin yakıldığını söyledi.

 

14 Ekim 1967: Bolivya Hükümeti’nin isteğiyle Arjantin polis teşkilatından gelen görevlilere, Che'nin parmak izi kontrolü yaptırıldı. Bileklerden kesilerek metal bir kabın içindeki sıvıda saklanan elleri, görevliler tarafından incelendi ve parmak izleri onaylandı!

 

18 Ekim 1967: Fidel, Havana Devrim Meydanı’nda toplanan bir milyon Kübalı’ya, Che'nin ölümünü duyurdu. Che'nin yaşam boyu sürdürdüğü anti-emperyalist mücadele ve ideallerinin, gelecek kuşak devrimciler için, yol gösterici olduğunu ve örnek alınacağını söyledi. Che'yi öldürenlerin hayal kırıklığına uğrayacaklarını çünkü Che'nin, uğrunda yaşamını verdiği ideallerinin hiçbir zaman ölmeyeceğini, bu fikirlerin yaşatılıp, paylaşılacağını vurguladı.

 

19 Ekim 1967: ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir rapora göre, Che'nin ölümünden sonra, bazı Latin Amerikan sol partileri, devrim için gereken şartları ancak ve ancak yerel partilerin bilebileceğini ve belirleyeceğini, dışarıdan dayatmalarla devrimin olamayacağını dile getirmişlerdi. Yine bu rapora göre, Che'nin ölümü "barışçıl komünist" partilerin ellerini güçlendirmiş ve Fidel'e de "Biz sana söylemiştik." eleştirilerini getirmişti.

 

3 Haziran 1975: La Higuera'da, Che'nin idam edilişi sırasında orada bulunan tek CIA yetkilisi Felix Rodriguez, tam da ABD Kongresi’nin CIA hakkında yabancı liderlere düzenlenen suikastleri araştırmak için başlattığı soruşturmanın ilk günlerinde, CIA'deki görevinden birdenbire ayrıldı. Gazeteci David Corn tarafından ele geçirilen bir belgeye göre, CIA'in "Che'nin canlı yakalanması" konusundaki bütün uyarılarına rağmen, Felix, Bolivya Genelkurmayı’nın idam emrini La Higuera'daki askerlere iletmiş, Che'nin "yüzüne" ateş edilmemesini isteyerek, ölümün çatışma sırasında olmuş gibi gösterilmesini sağlamaya çalışmıştı.

 

1 Temmuz 1995: Araştırmacı Jon Lee Anderson, bir söyleşisi sırasında, Che ve arkadaşları gömülürken orada bulunan Bolivyalı General Salinas'ın yıllar sonra yaptığı bir açıklamayı duyurdu: Gömüler Vallegrande yakınlarında bir dağ köyündeki toplu mezarda bulunuyordu! Bu açıklama, 2 yıl sürecek bir araştırmayı başlattı.

 

5 Temmuz 1997: Che ve arkadaşlarından kalanlar bulundu. Çıkarılan kalıntılardan birinin, elleri olmayan bir iskelet olması, araştırmanın doğruluğunu destekliyordu.

 

17 Ekim 1997: Che ve arkadaşları, Fidel’in, Küba'lıların ve dünyanın her yerinden binlerce insanın katılımıyla, Küba'nın Santa Clara şehrindeki anıt mezara yeniden gömüldüler.

 

Che, yaşamı boyunca, devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu savundu. Dünyanın emperyalist güçlerine karşı ayakta durabilen, onların yaptırımlarına boyun eğmeyen, egosuz, karşısındakini koşulsuz sevebilen, kendi yaşamını inandığı idealler uğruna verecek kadar da "cömert" olan yeni insan tipinin bir simgesiydi o. Devrim için, gerçekleştirdikleri devrimi bırakıp yeniden yola çıktı. İnsan için katlanılamaz olanı fark etti, ona göre davrandı.

 

"Che davranışı", toplum değişiminin mücadeleden doğması gerektiğini öne çıkardı; devrimin kesinlikle halk desteğiyle olacağını ve olması gerektiğini kanıtladı.

 

"Che davranışı" ölümü göze alarak, başka topraklarda, tanımadığın insanlar için evrensel değerlerle savaşacak kadar da yüce bir yiğitliğin olması gerektigini gösterdi.

 

Ha! Bu arada, Che’nin ölüm emrini veren, dönemin Bolivya Devlet Başkanı diktatör Rene Barrientos’a ne oldu derseniz, Che’nin ölümünden 1,5 yıl sonra, bir “helikopter kazasında” öldü. Tanıdık geldi degil mi!?

 

Hasta la Victoria Siempre, Patria o Muerte!

Ileri

Birgun

Kaynaklar:

1. The death of Che Guevara, Peter Kornbluh

2. Che'nin ardından, Kıyı yayınları

3. The Resurrection of Che Guevara, Samuel Farber

17 Ağu 2021

Emperyalizm 0 – Taliban 1

Ağustos 2021’de, Taliban Afganistan’ın başkenti Kabil’e girdi ve ülkenin kontrolünü ele geçirdi. Bir insanlık dramı yasanmaya devam ediyor.

Peki bu 40 yıllık hikayenin, “şimdilik”, görünen sonu bu şekilde olsa da acaba mesele nasıl ve ne sartlarda başladı?

-        1977’de bir ABD projesi olan “Yesil Kusak” projesi devreye girdi.  Bu plan, SSCB’nin güneyindeki ülkelerde Müslüman halklardan bir Anti-Komünist duvar örmek olarak kısaltılsa da, aslında Dünya’da Müslüman nüfusa sahip tüm ülkelerde anti-komünist, anti-batı, örgütlenme, kadro ve militan yetiştirme, şeklinde hayata gecmistir. Bunun 1980'de Türkiye'de ki uygulmasi "Ilımlı Islam" olarak bilinir.

-        1980’in hemen başında, tam olarak Aralık 1979’da, Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Brejnev’in emri ile ilk Sovyet birlikleri Afganistan’a girdi ve yaklaşık 9 yıllık Sovyet işgali başladı. Bu isgalin amacı, “Yesil Kusak” projesine bir yanıt verebilmekti. Bir tarafta, SSCB ve onun desteklediği sosyalist Afganistan Demokratik Halk Partisi liderliği, diğer tarafta ise İslamcı mücahitler ve ABD bulunuyordu. Mücahitler, ABD Devlet Başkanı Reagan’dan yardım istemiş, o da anti-komünizm kapsamında desteğini esirgememişti. Sovyet işgali sırasında her iki taraftan sivil-asker yüzbinlerce insan öldü. O dönemde daha “Taliban” kelimesini dünya duymamıstı.

 

-        Sovyetler’in çekilmesinden sonra, ABD’nin de tam desteğini alan Taliban, yani Afganistan’daki en kalabalık, silahlı Sünni İslamcı grup iktidarı ele geçirdi. SSCB’nin dağılması, komünizmin ABD için tehdit olmaktan çıkması ile birlikte Yeşil Kuşak projesi de gereksizleşti. Ilk iktidarı boyunca Taliban; ABD, Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri hükümetlerinden yardım almış, Afganistan'ın yaklaşık %90'ını denetimi altında tutmuş, ABD’nin hoşgörüsü altında kalmıştı. Ta ki, 11 Eylül 2001’e kadar.

 

-        11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının sorumlusu olarak Usame bin Ladin gösterilince, bu defa hoşgörü bitmiş ve ABD işgali başlamıştı. Burada ilginç bir saptama yapmak da gerekir. Taliban 2000 yılında afyon üretimine yasak getirdi ve bu da üretimde %90'a varan bir düşüşe sebep oldu. Amerikan işgalinden sonra 2001'de, afyon üretiminde ciddi bir artış yaşandı. Afganistan 2005'te, %90’lık üretimiyle dünyanın, yeniden 1 numaralı afyon üreticisi konumuna geldi. Üretilen bu miktardaki afyonun çoğunu işleyerek eroin halinde Avrupa ve Rusya'ya satmaya başladı.

 

-        Ülkede, 2005’e kadar ABD işgali etkili gibi görünse de, yeniden toparlanan Taliban, ABD ve uluslararası güce direndi. 2021’e gelindiğinde de yıllar önce Sovyet işgali sonrası duruma geri dönüldü; ABD, ülkeyi terk etti , sahayı Taliban’a terk etti, onlar da elini kolunu sallaya sallaya yeniden Kabil’e girdi.

Bu kırk yıla bakınca, Afganistan’I elinde oynatan, kullanan emperyalizmin yenilgisi ortadadır ama kazanan kimdir?

Taliban!

Yani silahlı, islamcı, kuruluş felsefesini “Afganistan'da İslam'a dayalı bir yönetim getirmek” olarak tanımlayan, emperyalizmin kuklası, bir örgüt.

Ama asıl kaybeden muhakkak ki, emperyalizm destekli gericilerle 40 yıl yasamis ve simdi de yasamaya devam edecek olan Afgan halkıdır, Afganistan’dır.

Öyle ki, bizim de tanıdık oldugumuz 1919’da, İngilizler’den bağımsızlığını alan Afganistan halkı, artık Dünya’nın dört bir yanına göçmen, mülteci olarak dağılmak zorunda kaldı. Ülkede geride kalanların da Taliban rejimi altında daha da acılar cekecegi muhakkak.

Bu 40 yıllık tarihce Jose Marti'nin şu sözünü anımsatır bana:
“Efendi değiştirmek, özgür olmak demek değildir!”

ABD, Sovyetler Birligi, ve Taliban, arasında sıkısmıs, sürekli “Efendi” degistiren, uygar dünyanın en uzagına konumlanmıs Afgan halkıdır bu hikayenin asıl kaybedeni. 

Ileri 

13 Tem 2021

Küba’da neler oluyor?

Küba'da birkac gündür sokaklarda protestolar var.

Peki protestocular neye kizgin?

Trump'un gitmesi, Biden’in gelmesi, ABD'nin yillardir sürdürdügü Abluka politkasini degisirmedi ve Abluka tüm hizi ile devam ediyor. Bir de bunun üzerine Covid-19 yüzünden adanin en önemli gelir kaynagi turizm sekteye ugradi ve ciddi bir ekonomik darbogaz var. Yiyecek temininde sorunlar var, hizmet sektörü durdu ve bu alanda issizlik var.

Protestolarin kaynaginda iki grup var.

1- Koronavirüs Krizi

2020'de virüsü kontrol edebilen Küba, son günlerde rakamlarda patlama yasiyor. Gecen Pazar, 6750 vaka rapor edildi ve 31 ölüm gerceklesti. Bütün ülkelerde oldugu gibi saglik sistemi de büyük baski altinda kaldi ve yetmez oldu. Devlet baskani Miguel Díaz-Canel bu durumun diger ülkelerle paralellik gosterdigini, Küba'nin kendi asisini ürettigini ve bunun yayginlasmakta oldugunu iletti. Fakat bu durumun etkisi heryerde oldugu gibi, kaynaklari daha da sinirli Küba'da cok daha fazla oluyor.

2- Ekonomik Durum

Küba ekonomisinin motoru turizm durdu. Bu da hem ekonomik hem de sosyal hayati olumsuz etkiledi. Beraberinde enflasyonda artis, temel gida, saglik ve hizmetlerde eksiklikler, aksamalar olmaya basladi. Sene basinda hükümet maas artislari sagladiysa da, ülkenin temel ekonomik girdisi turizm olmayinca ekonomi motoru yavasladi. Marketlerin önündeki kuyruklar artmaya baslarken, Küba'lilar gida bulmakta zorlandilar

Hal böyleyken ABD'nin yillar süren ablukasi ve yukarida sayilan talihsiz gercekleri kullanarak adadaki karsi-devrimcileri kullanmasi, kiskirtmasi, Miami'den yapilan sinirsiz propoganda, Pazar gününden beri Havana'nin Capital Meydanindaki protestolar ve eylemlerle sonlandi. Ancak ABD'nin bu girişimine Küba halkının cevabi da hic gecikmedi. Küba Devlet Başkanı ve Küba Komünist Partisi Birinci Sekreteri Miguel Díaz-Canel Bermúdez, "Devrimi teslim etmeyeceğiz" diyerek tüm devrimcileri ve devrimin gerçek sahibi Küba halkını devrimi savunmak için sokaklara çağırdığını duyurdu.

 

ABD destekli bu protestolar, provokasyonlar ilk degil ve temelinde sosyalizm karsitligi var. Fakat Kuba her durumda anayasal degisiklikler ve tarihsel birikimi, tecrübesi ile halktan gelen sesleri dinleyip halkin isteklerine uyum saglayan politikalar üreterek protestolari yatistirmayi bildi. Bu defa olan, Küba'nin 1990'daki Sovyetler Birligi yikildigindan beri en ciddi ekonomik buhrani yasiyor olmasi ve sistem karsitlari bu defa bu krizi bahane ederek devrimi, sosyalizmi protesto ediyorlar.

Abluka Küba'nin ve Küba'lilarin hayatinda ciddi bir sorun. Eger ABD samimi ise ki asla degil, ilk yapmasi gereken, 60 yildan fazla devam ettirdigi bu ekonomik ablukayi hemen kaldirarak, adanin Dünya ticaret sistemi ile entegre olmasina, ihtiyaclarini temin etmesine engel olan bu yaptirimlari son buldurur.

Dünya'nin da zor bir dönemden gectigi bu zamanlarda, Küba'nin bu durumuna dünya halklari bütün dayanisma duygulari ile sonuna kadar destek verecek ve devrime sahip cikacaktir.

Ileri 

4 Haz 2021

Faşizm 101

Bir kişi, kurum ya da yönetimi Faşist olmakla itham ettiğimizde, acaba ona ne anlam yüklüyoruz, bu öğreti nedir?

Belki bir kontrol listesi hazırlamakta fayda var, ki, şu şu şartları sağlayanlar Faşist olarak adlandırılabilsin diyebilelim.

Faşist öğretinin tarihsel arka planına bakılırsa, karşımıza ilk İtalya çıkıyor. İtalya'da 1922-1943 yılları arasında, Mussolini ya da kısaca “Duce” tarafından uygulanmış yönetim, öğreti ve yaşam biçimi olan Faşizm’in temel bazı özellikleri var. Bu özellikler o dönemler ile ilişkilendirilse bile günümüze şu şekilde ulaşabilir ya da adapte edilebilir:

  • Faşizm sadece lider kültürüne dayanan, aşırı milliyetçi, popülist bir egemenlik biçimi ve öğretisidir.
  • Politik kurgunun abartılı olarak şekillendirilmesi, öğretilmesi, topluma pazarlanması, sürekli olarak ekonomi önceliğinin vurgulanmasıdır.
  • Bayraklar, simgeler, kutsal imgeler, politik sembollerin abartılı ve sürekli kullanımıdır.
  • İtalyan Faşizmi, kendini antik dünyaya dayandırıp en çok da Roma geçmişi ve kültünde ifade etmişse de evrenselleşen, yayılan bir Faşizm, vücut bulduğu coğrafyanın gelenekselci, arkaik geçmişinde canlanır. Özünü bu geleneklere yaslarken, devrimci ve dönüştürücü olduğunu da ileri sürmekten geri kalmaz.
  • Çoğulcu siyasi yapıların ya da siyaset dışı temsil örgütlerinin, parlamentonun yerine, tek iktidar partisi ile onun militan yapısı ve devlet bürokrasisinin karışımından oluşan bir aygıtın iktidar modeli olarak sunulmasıdır.
  • Şiddetin politik olarak kutsanmasıdır. Şiddetin kullanılan dilden, seçilen kelimelere, tonlamaya, vücut diline ve uygulamalara kadar iktidar aygıtının temel aracı olmasıdır.
  • Uzak diyarları, sınır ötesi toprakları sürekli anavatana bağlama, devlet sınırlarını genişletme çabasıdır.
  • Ortaya çıkışı itibarıyla Faşizm; biyolojik ya da kökensel bir dayanak yerine “öğretiye inananların asaleti ve ayrıcalığı” olarak ifade edilmişse de Alman Nazilerinin ve bambaşka uygulamaların elinde bir ırksal öğretiye de kolayca dönüşüvermiştir. Dönüşmüş bu haliyle de belli bir ırkın, kitlenin, temsiliyetin veya yaşam biçiminin üstünlüğünü savunur, ötekileri dışlar ya da baskılar. Vurgulamakta fayda var ki, Faşizm ve Nazizm arasındaki fark “Devlet” tanımında saklıdır: Faşizm’de “devlet-millet” bütünleşmesi esastır ve o devletin sınırları içerisinde yaşamayı kabul eden herkes buna dahildir. Nazizm’de ise ırkın üstünlüğüne dayalı bir millet-devlet anlayışı olduğundan diğer milletler inkar edilmiştir.

 

Bu kontrol listesini esas alıp, Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Pinochet’nin Şili’si gibi 20. yüzyılın en akılda kalan faşist rejimlerini hatırlarsak,  bunlardan öne çıkan bazı temel özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

 

  • İnsan haklarının yok sayılması. Gerektiğinde ve de çoğunlukla, devlet aygıtı’nın devletin bekaası için insan haklarını askıya alması ve buna alkış tutanların da çoğunlukta olması.
  • Düşmanlar, dış güçler sürekli gündemde tutularak, bu argüman üzerinden popülist siyaset yapılması, sürekli olarak ordunun yüceltilmesi. Yerel sorunlarda bile, bu sorunların dış güçlere bağlanması ve militarist çözümler getirilmesi.
  • Kitle iletişim araçlarının her türünün kontrol altında tutulmaya çalışılması; sansür, ceza vb araçlarla bu faaliyetlerin engellenmesi ya da bu faaliyetleri yine dış güçler argümanına bağlayarak düşman ilan edilmesi.
  • Din ve yönetimin iç içe geçmesi, dinsel simge ve kurumların devlet yönetiminde doğrudan söz sahibi olması, yetki alması, iş yapması.
  • Erkek egemen yönetimin ve liderliğin esas olması, cinsel ayrımcılığın özendirilmesi.
  • Özel sermayenin özendirilmesi.
  • Emek ve işçi sınıfının baskılanması, hakların kısıtlanması veya kaldırılması, hak arayanların sorgulanması.
  • Sanat ve kültür hayatında tam bir ayrışmanın olması. Faşizm’i yüceltmeyen, ona ait imge, simge ve değerleri kullanmayan sanatsal üretimlere izin verilmemesi ve sonuçta da bu alandaki üretimlerin kısırlaşması.

 

Günümüze gelirsek… Bir hareketin yukarıda bir kısmı sayılan kodların tamamını kullanmadan da faşist sayılabileceği düşünülebilir mi?

 

Avrupa’da örneklerine rastlandığı gibi, otoriteye ve totalitarizme karşı çıktıklarını, demokrasiye bağlı olduklarını savunan, ama oldukça “yenilikçi” faşistlerin, seleflerinden farklı olarak, demokratlaştıklarını düşünmek büyük bir yanılgı olur.

 

Tıpkı, demokrasiyi bir amaç değil de kendi ideallerini gerçekleştirmek için bir araç ya da ara durak olarak gören siyasi yapılar ve hatta belki de iktidarlar gibi. Çok az siyasi yapı, geçmişte olanlardan dolayı, kendine artık mertçe “Faşist” deme cüretini gösterir. Ancak yeni terimlerin, örneğin “sağ popülist”, “otoriter demokrasi”, “rekabetçi otoriterizm” gibi tanımların ve uygulamaların arkasında, önünde ve tam da içinde, yukarıdaki kontrol listesinden alıntılar ve genetik kodlar bulursunuz, yani Faşizm’i!.

Ileri