5 Eyl 2010

Kürt Yurttaşlara Mektubumdur…




İşsizlik, yolsuzluk, yoksulluk, sosyal ve çalışma hayatındaki yozlaşma; cemaatleşme, çeteleşme, mafyalaşma, tarikatlaşma ve bunların işbirliği; mavi ve beyaz yaka çalışanlarının, kadınların, çocukların köleleştirilmesi; sağlık ve eğitim sistemindeki derin ve kemikleşmiş sorunlar, siyasi kadrolaşma, ulusal yerüstü ve yeraltı kaynakların özelleştirme adı altında yerli, yabancı sermayeye aktarılması, yargının siyasallaşması, ABD ve AB’nin dayatmaları, insan hakları ihlalleri, vs, vs… Bunlar ülkemizde uzun süredir karşı karşıya olduğumuz ve birebir yaşadığımız sorunları içeren büyük listenin yalnızca küçük bir kısmı!

Bu sorunları yaşayan ve bunlarla mücadele etmek ya da katlanmak zorunda olanlar kim? Bu ülkede yaşayan hepimiz; yani etnik kökeni, inancı, iş kolu ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları.

Ülkemizde geçmişte beri bazı siyasi iradeler bu sorunlara çözüm üretme çabası içindeyken, bazıları da özellikle günümüzde yalnızca etnik siyaset yapmayı tercih ediyor. Çözüm üretme çabası içindeki siyasetlerin hedef kitlesi kim olmalı? Hepimiz, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün yurttaşları olmalı, öyle değil mi? Hiçbir etnik köken, inanç, mezhep gözetilmemeli.

Bunları bir kenara koyup, bir parantez açalım:

Yirminci yüzyıl insanlığın sömürüye ve emperyalizme karşı verdiği mücadelelere ve bunların sonucu olan devrimlere sahne oldu. Bolşevik başta olmak üzere devrimlerin amacına bakıldığında, ezilen dünya ülkelerindeki halkların sorunları bağımsızlaşma ve eşitlik-kardeşlik temelinde çözümlenmeye çalışılıyordu.

Ekim 1917 Bolşevik Devrimi, Marx’ın Manifestosu’nun Lenin tarafından teoriden pratiğe geçirilmiş ilk halidir. Toprak ağaları ve sermaye sınıfına karşı eşitlik ve kardeşlik temelinde sınıfsız, bağımsız bir toplumu yaratma öngörüsüyle yapılmıştı Ekim Devrimi; ama 1990’larda, küreselleşmenin yan ürünleri olan Glasnost (açıklık, şeffaflık) ve Perestroyka (yeniden inşa) kavramlarıyla da yıkıldı.

Çin’in faşist lideri Sek ve komünistler arasındaki iç savaş sürerken, Japon’ların Çin’i işgale başlaması ve Sek’in düşmana yönelmek yerine komünistlere saldırmaya devam etmesi, Mao’nun Büyük Yürüyüşü’nü tetiklemiş, Çin Devrimi’nin temellerini atmıştı. Bu yürüyüş, Çin komünistlerinin, 2. Dünya Savaşı bitip de Japonları da ülkeden attıkdan ve Sek’e karşı verdikleri savaşı kazandıktan sonra, 1949’da iktidara gelip Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmaları ve bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla sonlacaktı.

Batista’yı deviren Küba devrimi, Fidel Castro liderliğinde yeni bir Küba devleti kurdu. 26 Temmuz 1953 Moncada Kışlası baskınıyla başlayan devrim süreci 1 Ocak 1959’da Devrimci güçlerin Havana’ya girmesinden beri günümüzde de bütün varlığını sürdürüyor. Küba Devrimi de incelendiğinde, Küba’da olan biten, emperyalizmin güdümündeki yöneticilerin halkı, ülke kaynaklarını sömürmesi, katletmesi sonucunda ortaya çıkan halk hareketinin iktidarı ele geçirerek, sosyalist, tam bağımsız yeni bir düzen kurması olarak özetlenebilir.

1919’da emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşı ile başlayan dönem; 1930’lara kadar aralıksız süren siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel değişiklikler, feodal imparatorluktan, eksiği ve fazlasıyla Cumhuriyet’e geçiş. Genç Cumhuriyet’in çağdaş devrimlerine göre eksikleri olsa da, yaptığı atılımlardaki hedefi, 700 yıllık yıpranmış, emperyalizmin emrine girmiş feodal imparatorluk kalıntılarından ve görülmemiş bir emperyalist işgalden kurtulmak, tam bağımsız ve eşitlikçi bir Cumhuriyet kurmaktı.

Sözünü ettiğimiz 20. yy devrimlerinin en temel ortak noktaları tam bağımsızlık karakteri ve devrim mücadelesinde sömürüye, emperyalizme karşı halkın büyük kesiminin desteğini almasıdır. Bu devrimler gelişimini sürdürürken, dünyanın üzerinde anlaşamadığı bir konu da sanayi devriminin oluşturduğu ekonomik eşitsizlikti ki bu da henüz sanayileşememiş ve sanayisini tamamlamış ülkelerin boyunduruğu altında yaşayan sömürge devletlerin bu eşitsizlikler karşısında ulusal bağımsızlık savaşlarına kalkışmalarına yol açtı.

Bunları da söyledikten sonra açtığımız parantezi kapatıp konumuza dönelim.

Emperyalizmin yüzlerce yıldır silahlarla kurmaya çalıştığı hükümranlığını sürdürmesinin yeni aracı, 1980’lerden itibaren küreselleşme modeli olarak adlandırıldı. Bu model yerkürede parçala – sömürgeleştir - yönet şeklinde işletiliyor; hedef devletin önce ayrıştırılmasını, sonra çözülmesini, sonra da neredeyse her etnik veya inanç gruplarına ayrı bir “devletçik” vaad edilmesini öngörüyor. 90’lardan sonra tanıklık ettiğimiz Doğu Avrupa bölünmeleri bunun en yakın örnekleri arasında sayılabilir.

Kürt Sorunu’na şu ana kadar söylediklerimiz ışığında bakarsak, 1923’de kurulan Genç Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı Kürt sorununu, Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki elverişli koşullara; ek olarak o dönemde, Dünya’daki devrimci yükselişe rağmen ne yazık ki çözemedi. Yıllar boyu bir türlü çözülemeyen bu sorun, dünyada küreselleşmenin yaygınlaşması, içeride de Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan veya bu soruna çözüm getiriyormuş gibi yapıp, üstünden kazanç elde eden emperyalist işbirlikçiler tarafından hep kullanıldı.

1991’de bölgeye gelen ABD, başta PKK olmak üzere bölgedeki bütün ayrılıkçı yapılanmaları himayesine alıp, Türkiye’nin “yerel” sorunu olan “Kürt Sorunu”nu, “küreselleştirdi”.

Kürt sorunu 1991’de ortaya çıkmamıştı, yukarıda bahsettiğim gibi hep vardı. 1923’ü milat alırsak, o dönemden beri bu sorunu sahiplenip, çözüm için kafa yoranlar, özellikle de devrimciler ve yurtseverler, bu sorunu günümüzde küreselleşmenin ve emperyalizmin araçlarıyla çözmeye çalışanlar gibi, emperyalizme hizmet etme tuzağına düşmediler.

Son zamanlarda, Kürt yurttaşlarımızı temsil ettiğini söyleyen siyasi irade, aslında bu küreselleşme tuzağının içine düşmüş, onun ürünü olan bir kurum olarak da görülebilir. Böyle bakıldığında bu irade, henüz devrimini tamamlamamış, demokrasi kültürünü oturtamamış olan ülkemizde, emperyalizmin küreselleşme modeli ve iktidarın dini de kullanarak hızlandırdığı karşı devrim faaliyetlerinin bütün oyunlarına alet olma tehlikesini görmemektedir. Türkiye Cumhuriyet’inin bir parçası olan Kürt halkının, küreselleşme modeline uygun bir şekilde ayrışarak, çözülerek, emperyalizmin oyuncağı haline getirilme gayreti vardır.

Şimdilerde Kürt sorununu sahiplendiğini söyleyenler geçmişte bu topraklardan yetişen devrimciler ve yurtseverlerin yolundan gidip etnik kökenleri, inançları bir kenara iterek, sınıf bilincini, emek mücadelesini, emperyalizm’e karşı, “Türkiye’nin bağımsızlğından başka bir şey istemedik. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsünler.!” diyerek sonsuzluğa giden Deniz’ler gibi olabilselerdi, o zaman, belki de toplumun daha geniş kesiminden kabul görürlerdi. Bu ülkede bir hesaplaşma olacaksa, emperyalizmle ve onun işbirlikçisi yerli uzantıları ile olmalıdır. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

dünyanın birçok ülkesinde yunus gösterileri yapan yerler var ve açık denizde yaşaması gereken bir canlı kapitalizmin kölesi oluyor, ama küba da da olması benim açımdan çok üzücü... herşeyin vahşice tüketilip talan edildiği bir dünyada yaşarken hiç görmediğim ama kendi vatanım kadar sevdiğim küba nın varlığı benim için umuttur...