1 Oca 2007
Güney Amerika Birliği’ne Doğru Adım Adım Yükselen Sol
Sol’un Latin Amerika’daki yükselişi, 2006 yılında da son hızıyla sürdü. Farklı zamanlarda seçilerek iktidara gelen liderler, uyguladıkları politikalarla, hem orta ve ortanın sağında yer alan iktidarların da yer değiştirmesine ya da daha ılımlı politikalar izleyen liderlerin cesaretlenmesine, hem de, bir araya gelirlerse, aslında nasıl bir güç olabileceklerini dünyaya göstermeyi de sürdürüyorlar. Aralık ayında Bolivya’nın Cochabamba kentinde yapılan ve iki gün süren, Güney Amerika Ülkeleri Topluluğu 2. Zirvesi’nin kapanış konuşmasını yapan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales Güney Amerika Ülkeleri Topluluğunun, Avrupa Birliği modelini esas aldığına değinerek, “Bizler AB gibi 50 yıl alacak bir kuruluş ve entegrasyon süreci yaşamak istemiyoruz, daha az zamanda, 4-5 yıl içinde, bu birlikteliği gerçekleştireceğimizi umuyorum” dedi. Güney Amerika’nın solcu liderleri, zirve’nin kapanış metninde, bu bütünleşme sürecinin başlangıç sinyallerini de verdiler.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, yaptığı bir öz eleştiride “Kabul edelim ki, şu anda bir çok karar alıyoruz; ama, henüz uygulamak için yeterince gücümüz yok” dedi. Morales, bir araya gelen ulusların öncelikli amacının sosyal, ekonomik ve kültürel birlikteliği sağlamak olduğunu söyledi. Güney Amerika ülkeleri, tek başına hareket ettikleri sürece daha ileriye gidemeyeceklerini ve fazla şansları olamayacağını, ancak bir araya gelirlerse önemli bir güç haline gelebileceklerini kavramış gözüküyorlar. Morales, bölgedeki CAN=Ant Ülkeleri Topluluğu ve MERCOSUR=Güney Amerika Ortak Pazarı’nın yani iki ticari bloğun bir araya gelmesi için önderlik yapıyor. 1969 yılında kurulan CAN’a Ant Dağları etrafındaki Bolivya, Kolombiya, Ekvador ve Peru üye, MERCOSUR ise Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’dan oluşuyor. Ancak bu yapılanma, Peru ve Kolombiya’nın ABD’yle serbest ticaret anlaşmaları imzalamalarını bahane ederek, aslında CAN üyesi olan Venezüella’nın, bu yapıdan ayrılıp 2006 yılı içinde MERCOSUR’a dahil olmasıyla değişti. Güney Amerika’nın en büyük ve en dengeli ekonomilerinden olan Şili’yse her iki gruba da dahil değil. Chavez iki grubun güçlerini birleştirmesi gerektiğini, ancak bu yolla daha güçlü bir birliktelik oluşabileceğinin üzerinde duruyor.
Venezüella
Hugo Chavez, 1998 yılındaki Başkanlık seçimlerinde geçerli oyların %56’sını alarak seçilmişti. 1999’da yapılan referandumla da - %72 oranında evet alarak – anayasayı değiştirdi: Başkanlık süresini 6 yıla çıkarttı; iki dönem seçilebilmenin yolunu açtı; ülkeyi Simon Bolivar’ın 1800’lerdeki hayalinin rotasına yerleştirdi. Neydi bu hayal? İspanyol sömürge kuvvetlerine karşı savaşan Simon Bolivar, 1830 yılında ölünceye kadar, Venezüella, Kolombiya, Panama, Ekvador, Bolivya ve Peru’yu da içine alan bir birliktelik kurmuştu. Ama, ölümünden sonra İspanyol’lar, kıtayı yeniden parçalayarak bugünkü sınırları çizmişlerdi. Bolivar herhangi bir bağımsızlıkçı liderden ötedeydi. Bunun nedeni, ortaya koyduğu Güney Amerika’nın birliği öngörüsüdür. Bolivar, Güney Amerika’nın bağımsız olmasının tek yolunun kıtasal bütünlük olduğunu görüyordu. Bu nedenle İspanyol işgaline karşı yürütülen tüm mücadeleleri birleştirmeyi hedeflemişti. Chavez’de aynı yolda ilerliyor. İktidarının ilk döneminde “21. yüzyıl sosyalizmi”ni ya da başka bir deyişle “demokratik sosyalizm”i gerçekleştirmeye başladı. ALBA’yı (Amerika için Bolivarcı Seçenek) hayata geçirdi. Küba ve Latin Amerika ülkeleriyle ortak projeler geliştirdi, uygulamaya koydu. Özellikle 2004 ve 2005’te dış ilişkilere önem verdi. Bu dönemde artan petrol fiyatlarıyla, ülke iki haneli büyüme oranlarını yakaladı. 20 Eylül 2006’da yaptığı, ABD Başkanı Bush’u “şeytan” olarak niteleyen Birleşmiş Milletler konuşması, ABD’li diplomatların pek hoşuna gitmese de, oldukça alkış aldı. New York’un fakir mahallelerine ucuz yakıt gönderdi. Petrol zenginliğini alt gelir gruplarıyla paylaştı. Binlerce, ücretsiz tedavi merkezi açtı, eğitim kampanyaları düzenledi, barınma ve gıda yardımlarını arttırdı. İşçilerin yönetimde yer aldığı, işçi meclislerinin yönetimde söz sahibi olduğu yeni yönetim modellerini hayata geçirdi. 3 Aralık 2006’da yapılan seçimleri de %61’lik bir oranla kazandı; 2012’ye kadar garantilediği Başkanlık döneminde “21. yüzyıl sosyalizmi” yolunda daha kararlı olacağının ve koalisyon ortaklarını tek bir çatı altında buluşturup “Venezüella Birleşik Sosyalist Partisi”nin kurulacağının sinyallerini verdi.
Brezilya
27 Ekim 2002’den beri Brezilya’nın 39. Devlet Başkanı olan, Luiz Inácio Lula da Silva ya da kısaca Lula, 29 Ekim 2006’da, %61 oyla yeniden başkan seçildi. Lula, politik kariyerinin başlangıcındaki radikal sol söylemlerden, günümüzün “modern sosyal demokrasi”sine doğru yönelmiştir. Geçmişteki, derin “devrimci” sosyal değişim söylemlerinin yerini emeklilik, vergi, üniversite ve hukuk alanlarında yapacağını söylediği “reformist” söylemler almıştır. Chavez’in aksine, Lula için Wall Street, the City ve IMF nezdinde sahip olduğu destekten dolayı, karşı darbe tehlikesi kesinlikle yok. Eskilerin dediği gibi, ''Askeri darbeler asla IMF'ye karşı olmaz''. Lula’nın dış politası oldukça yararcı. Kendini bir ideolog olarak değil uzlaşmacı olarak tanımlıyor; Hem Bush ve hem de Chavez’le arkadaş. Lula, işbaşında olduğu dönemde Brezilya tarihinde birçok ''ilk''e imza attı. Ondan önce, hiçbir iktidar partisinin bu kadar çok sayıdaki yöneticisi, bakanı, milletvekili ve eylemcisi bu denli yolsuzluk soruşturmasına uğramamıştı. Ondan önce hiçbir iktidar, bu kadar kısa sürede, faiz ve anapara ödemesi biçiminde bu denli aşırı dış borç ödememişti. Ondan önce hiçbir iktidar, bu kadar çok yoksul seçmeni bu kadar kısa süre içinde hayal kırıklığına uğratmamıştı. Ondan önce hiçbir iktidar, bu kadar hızlı ve bu kadar aşırı sağa kaymamıştı.
Bolivya
Latin rüzgarı, şimdiki Başkan, Sosyalizme Doğru Hareket(MAS)’in lideri yerli Evo Morales’le daha da güçlendi. 2006 Ocak ayında Devlet Başkanlığı’nı devralmasından beri “Evo Morales” adı bütün dünyaya yayıldı. Morales, gücünü tümüyle, kendisine %50’nin üzerinde oy veren “halk”tan alıyor. Kıtada, 500 yıldır, yerli halkın yaşam kültürüyle Batı’nın dayattığı kültür çatışmasının bir sonucu olarak, barikatlardan, sokak gösterilerinden, Amerikan karşıtı eylemlerinden ötürü girdiği hapisanelerden, küçüklüğünden beri Kızılderili köylülerin geleneksel bitkisi koko tarlalarından kopup, Kızılderili köylü hareketinin önderi olarak ortaya çıktı. Dikkatle bakanlar, ekonomi ve politikanın uzun yıllar kenara ittiği kitlelerde büyük umutlar yaratan bir hükümeti görebilirler. Morales seçildiğinde, Bolivyalılara verdiği, yerine getirilmesi gerekeken iki sözü vardı: Birincisi ülkenin doğal kaynaklarını -doğalgazdan suya kadar- özelleştiren, yabancı firmalara veren 20 yıllık serbest piyasa ekonomisi reformlarının hızla geriye çevrilmesi, ikincisiyse ülkenin anayasa ve temel yasalarını yeniden yazacak Kurucu Meclis’in kurulmasıydı. Evo Morales, 1 Mayıs 2006’da, “doğal kaynakların ulus-ötesi petrol şirketleri tarafından yağmalanmasının” sona erdiğini ilan ederek ülkenin gaz kaynaklarını kamulaştırdı. Yeni planın üç ana noktası vardı: Geçmiş hükümetlerin yabancı şirketlere verdiği şirket kontrol hisselerinin geri alınacağını açıklamak, yabancı petrol şirketleriyle yeni kontrat pazarlığını başlatmak ve yabancı petrol şirketlerin vergisini çok yükseltmek. Bolivyalılar Kurucu Meclis’e delege seçmek için gittikleri sandıkta, MAS için %55 oy oranıyla –ki, en yakın rakibinin aldığının iki katı- destek verdiler. Ama meclis toplantılara başlayınca, nasıl çalışılacağı üzerine çıkan anlaşmazlıklar, Bolivya’da derin politika ayrılıklarını yüz üstüne çıkardı. 8 Eylül’de 8 sivil örgüt Bolivya’nın dokuz eyaletinin dördünde bir günlük grev ve yol kapatma eylemi örgütledi. Kullandıkları sloganlar MAS ve Morales’in muhaliflere karşı kaba kuvvet kullanmak istediği yönündeydi. Hükümet etmek toplumsal hareket örgütlemekten daha başka becerilere gereksinme duyuyor; Morales ve ekipleri, bu yeni duruma ayak uydurmaya uğraşıyor.
Nikaragua
Daniel Ortega, 10 Ocak 2007’de, en son 1985-1990 arasında yaptığı Cumhurbaşkanlığı görevine, 16 yıl aradan ve sayısız girişimlerden sonra yeniden dönüyor. Nikaragualılar 5 Kasım’da sandık başına gidip ABD’nin desteklediği Harward Üniversitesi mezunu Eduardo Montealegre yerine, bu eski devrimci öndere oy verdi. Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin Daniel Ortega’sı, rakipleri iki sağcı adaydan daha fazla oy topladı. Nikaragua’daki ABD Elçisi Paul Trivelli ve geçmişte kontra saldırılarla yakın ilişkisi olan Oliver North dahil birçok ABD’li görevli, Ortega’nın seçilmesini önlemeye çalıştı: “Ortega’nın kazanması ülke için olabilecek en kötü şey”, dediler; ama, Ortega seçildi. Bu sonuç, Nikaragualı seçmenleri korkutarak yönlendirmeye çalışanlara, ülke insanının “kendini yönetenleri kendilerinin seçme hakkı” olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan Ortega’nın kazanması, ABD’nin seçimlere burnunu sokmaya çalışmasına karşı kazanılmış bir zafer sayılabilir.
Ortega’nın seçim zaferini neo-liberal politikalara karşı duyulan hoşnutsuzluğun bir göstergesi olarak algılamak ne kadar doğrudur? Bu zafer Latin Amerika’daki Venezüella, Bolivya gibi ülkelerde esen değişim isteklerine benzetilebilir. Gerçi, neo-liberalizme duyulan yaygın hoşnutsuzluk kesinlikle bir faktördü; ama, Ortega’nın kazanmasında başka faktörlerin oynadığı rolü de anlamak gerek. Ortega toplumsal-muhafazakarlığı desteklemeye başladı; hiçbir ayırım yapmadan her çeşit kürtajın yasaklanmasını onadı ve bu onama sayesinde Katolik Kilisesi’yle karşılıklı desteği sağlamlaştırdı. Yüzyıldan beri geçerli olan kürtaj yasasının en can alıcı kısmının çıkarılması kadın hakları açısından değerlendirildiğinde; Ortega’nın kazanması, geriye atılmış bir adım oluyor. Ortega’nın zaferi aynı zamanda, kısmen, eski Başkan Arnoldo Alemen’le yaptığı ikinci anlaşma -ki birincisi Ortega ve Alemen’e Senatör dokunmazlığı verilmesi içindi- sayesinde oldu. Ortega ve partisi FSLN, Alemen ve partisi Liberal Constitutionalists yani Liberal Anayasacılar’la anlaşarak, anayasa maddesinde öngörülen birinci turu atlamak için gerekli oy yüzdesini %45’ten %35’e indirdi. Karşılık olarak, yolsuzluk suçundan tutuklu olan Alemen’in cezası “belediye hudutları içinde tutuklu”ya çevrildi ve zengin çiftliğine dönmesine izin verildi.
Ortega neo-liberal ekonominin temeline ciddi bir şekilde dokunmadan sosyal programlarla yoksullara yardım etmek istiyorsa, Fidel Castro ve Hugo Chavez’den yardım istemek zorunda kalacak. Yarıkürede bazı politik sorunlarla karşı karşıya olan Chavez, Ortega’nın kazanmasından çok hoşnut. Venezüella televizyonunda yayınlanan telefon görüşmesinde Ortega’yı tebrik etti ve “Eskiden hiç olmadığı gibi, şimdi Sandinista devrimi ve Venezüella devrimi geleceğin 21. Yüzyıl sosyalizmini kurmak için birleşiyor”, dedi. Chavez’in sözleri gerçekten gösterişli, ama Ortega’yla ortaklığa benzer herhangi bir gelişme, ABD’nin Venezüella’yı bölgede yalnızlığa itme politikasına ters düşer. Ortega’nın karşısındaki bu çelişkileri nasıl dengeleyeceğini zaman gösterecek. Öte yandan da, bir asırdan beri, ABD’nin, sürekli iç politikasına karıştığı bu ülkenin zaferi kesinlikle önemsenmelidir.
Küba
Kısıtlı kaynakları olan ve 45 yılı aşkın bir süredir ABD'nin uyguladığı ekonomik ablukadan mağdur olmasına karşın Küba, Üçüncü Dünya ülkeleriyle dayanışma ve işbirliği alanlarındaki engin deneyimiyle örnek ola cak projeler gerçekleştiriyor: Küba 2007 yılında Gayrisafi Milli Hasılanın yüzde 22,6'sını kamu sağlığı ve eğitim alanında harcayacak. Bu oran Latin Amerika ülkelerinin bu sektörlerdeki standartlarının tam dört katı! Adada sağlık, eğitim, kültür, spor, güvenlik ve sosyal yardım için yapılacak harcamalar 2007 bütçesinin yüzde 69'unu oluşturuyor. Yüz binlerce Kübalı teknisyen ve profesyonel, Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki sivil işbirliği projelerinde çalışıyor, Latin Amerika Tıbbi Bilimler Üniversitesi Havana'da yıllardır eğitim veriyor ve kıtadaki yüzlerce yoksul ailenin çocuğu doktor olarak mezun oluyor; bugünlerde 25 bine yakın Kübalı doktor yurtdışında hizmet veriyor, Kübalı eğitmenler tarafından geliştirilen metot sayesinde Latin Amerika'da yüz binlerce kişi okuma yazma öğreniyor, Kübalı hekim tugaylar, büyük doğal felaketlerin neden olduğu karışık insani durumlarda hizmet veriyor, "Mucize Operasyon" adlı projeyle, Latin Amerika'da oftalmoloji konusunda uzman hastaneler zincirinin tesis edilmesini mümkün kılarak, böyle bir ameliyatın parasını ödeyebilecek kaynağı olmayan yüz binlerce kişinin yeniden görmesi sağlanıyor.
31 Temmuz 2006'da, 40 yıllık Küba Devrimi'nin mimarı, komutanı Fidel Castro geçirdiği rahatsızlık sonrası ilk defa yetkilerini kardeşi Raul Castro'ya devretti. Bu tarihi olay beraberinde birçok kurgusalı da beraberinde getirdi. Fidel nadiren de olsa televizyon ve basın aracılığıyla kamuoyuna gözükse de sağlığı hakkındaki söylentiler aldı başını yürüdü. Ne var ki, Fidel'in olası ölümü işlerin ABD'nin planladığı gibi gideceği anlamına gelmiyor. Devrim sonrasında ABD müdahalesiyle Amerikalardan bütünüyle yalıtılan; daha sonra Sosyalist kampın çöküşü ve ambargonun şiddetlenmesiyle olağanüstü zor günler geçiren Küba çok mesafe kaydetti. Üstelik ABD'nin, piyasa ekonomisinin süslü reklamlarına kapılacağını sandığı Küba halkı da, kendilerinin burunları bile kanamadan atlattıkları kasırgaların 90 mil yukarıda felaket anlamına geldiğini, ücretsiz faydalandıkları sağlık-eğitim hizmetlerinin ABD'de hayal olduğunu, ABD'nin piyasa ekonomisinin insanları eşitlik ve onur yoksulu kıldığını göremeyecek kadar kör değil.
Ekvador
Ekvador başkanlık seçimlerini sol kanattan, ekonomist, ABD'de bir üniversitede doktora yapmış, birkaç dil bilen, gitar çalan, geçici başkan Alfredo Palacio'nun hükümetinde kısa bir süre için ekonomi bakanı olan Rafael Correa açık ve net bir şekilde, rakibi ülkenin en zengin adamı sağcı Alvaro Nobao'yu, zayıf olduğu sanılan sahil bölgelerinde dahi yenerek, kazandı.
Alvaro Noboa üç kere girdiği başkanlık seçimlerinde sürekli yenildi. Ülkenin dört bir yanını elinde bir İncil'le, bilgisayar, tekerlekli sandalye ve ilaç hediyeleri dağıtarak dolaştı. İş alanları açmayı, konut inşa etmeyi ve ücretleri arttırmayı vaat etti. "Bütün istediğim" dedi, "İsa gibi hizmet etmek.... yoksullar ev, sağlık bakımı, eğitim ve iş sahibi olabilsinler diye". Kendisinin yüzden fazla şirketi, Washington'da yakın dostları ve sahil kenti Guayaquil'de işadamları arasında kuvvetli bir tabanı var. Bu kadar varlık getiren akıl ve bilgisini Ekvador ekonomisi için kullanacağını söyleyerek seçmenleri ikna etmeye çalıştı. Eğer rakibi kazanırsa Chavez'in kuklası olacağını söyleyerek seçmenleri korkutmak istedi. Ama Ekvador'lular, Noboa'nın son birkaç yıldan beri kurtulmaya çalıştıkları eski tip Latin Amerikalı politikacıları temsil ettiğinden Correa'yı seçtiler. Correa, yoksul kesimin Ekvador'un ulusal zenginliğinden daha fazla pay almasını garantilemek, kadınların ve yerli grupların toplumda daha iyi temsil edilmesini sağlamak istiyor, daha iyi bir yaşam için ABD'ye ve Avrupa'ya giden yüz binlerce Ekvadorlunun göçünü önlemeyi arzuluyor.
6 yıl önce ABD dolarını resmi parası olarak kabul eden, her gün kullandıkları banknotların üzerinde Abraham Lincoln ve George Washinton'un resimleri olan Ekvador'da, ABD'ye dostça davranmamak zor! Correa'nın ABD'yle ilişkiler hakkında da iddialı görüşleri var; öyle ki, ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalamayarak, ülkesindeki ABD üssü Manta'yı kapatmak istiyor, bununla beraber Correa'nın seçim sonrası ilk demecinde en çok vurguladığı nokta tek başına hareket edeceği oldu, Chavez'in etkisi altında kalmayacak ve ABD dahil bütün bölge ülkeleriyle dostça ilişkiler kurmaya çalışacak. Ülkeyi Washington'un olumsuz politikalarına karşı savunmak, anti-Amerikan olmak demek değildir ve şu anda Correa kimsenin müttefiki değil.
IMF ve Dünya Bankası'nın ekonomik politikaları Ekvador'u çok kötü etkiledi. 1980-2000 arasında kişi başına gelir yüzde 14 azaldı. 1983-1995 yılları arası IMF anlaşmaları yürürlükteydi, Ekvador önerilen bütün reformları ve politikaları kabul etti. Gelinen sonuç, Paul Wolfowitz idaresindeki Dünya Bankası, Ekvador'un petrolden kazandığı geliri sosyal işler için kullanacağı yerde borç ödemekte kullansın diye, daha önceden vaat edilen bir krediyi kesti! Petrol ve muz bakımından zengin olan Ekvador'un, yıllarca süren yolsuzluk ve kötü yönetimlerin ardından daha iyi durumda olması gerek.
Şili
Faşist Pinochet'nin darbesine karşı çıktığı için tutuklanmış, işkenceden geçmiş bir hava generalinin kızı, eski bir siyasi tutuklu ve sosyalist bir doktor olan Michelle Bachelet, Ocak 2006'da, Şili'nin ilk kadın Devlet Başkanı oldu. Bachelet, sürgünden döndükten sonra faşist dönem hakkındaki anılarını anlatırken, "Şiddet benim yaşamıma girerek sevdiğim her şeyi mahvetmişti" diye konuşmuştu. Bachelet, Salvador Allende'nin partisinden geliyor. "Latin Amerika'yı tekrar o Soğuk Savaş dönemine geri götürmemeliyiz. Chavez, Morales halkları tarafından seçilen liderler. Şili bunların hepsiyle ilişki içinde olmalıdır" diyen Bachelet bölgedeki bütün liderlerle çalışmaya hazır olduğunu söylemişti. 1878'deki Pasifik Savaşı sırasında toprakları ilhak edilen, denize çıkışı engellenen, 1978'den beri bütün resmi ilişkilerin kesik olduğu Bolivya'yla ilişkilerin yeniden oluşturulacağı iletildi. Bachelet, aralarında kendi kızının da bulunduğu, 16 yaşındaki öğrenci lideri, Şili Komünist Partisi üyesi, Maria Jesus Sanhueza'nın organize ettiği, lise öğrencilerinin günler süren demokratik eylemlerini, Şili'de demokrasinin işlediğini gösteren bir süreç olarak yorumladı. Venezuela'nın BM Güvenlik Konseyi üyeliğine karşı oy kullanması yönünde ABD'den gelen telkinleri, "Şili'nin geçmişte bağımsız ve otonom bir dış politikası vardı, bugün de var ve yarın da varolacak" şeklinde yanıtladı. Şili'nin eski askeri diktatörü, sağlık durumu bahane edilerek bir türlü yargılanamayan darbeci General Augusto Pinochet, 10 Aralık 2006'da öldüğünde, başkent Santiago'da sevinenler de oldu, 2004'te ülke dışına çıkardığı 27 Milyon dolarının kanıtlanmasından sonra taraftarlarının sayıları azalsa da, dövünenler de oldu.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder