Başlıktaki slogan, “Öğün, çalış, güven”le benzerlik gösterse de, Küba’nın bu sloganı üzerinde uzun uzun konuşulacak oldukça farklı bir üçlemedir. Küba’da ilköğretim sıralarındaki öğrenciler eğitimin ilk yıllarında ABC’yi öğrenirken, bu üç harfin özel anlamı vardır: E, T, F!..
E: Estudio (Öğren), T:Trabajo (Çalış), F:Fusil (Savaş)
Çocuklar eğitim sistemi ile ilk tanıştıklarında, komünist kavramlar ve öğretilerle donatılmış bilgileri alırken, önlerindeki yıllara ilk adımlarını bu üç başlangıç öğretisi ile atarlar. Üç öğretinin simgesi üç komutandır. Fidel, bilgeliği, bitmeyen enerjisi ile sürekli öğrenmeyi öğütler ve simgeler. Çalış’ın simgesi Camilio’dur, çalışmanın, üretmenin öncüsüdür. Savaş’ı ise Che simgeler. Bu üçleme sonraları “Genç Komünistler Birliği”nin motto söylemi olmuştur.
2012 Şubat’ında adayı 7. defa ziyaret ettim. Her ziyarette sistemin, adanın ve Küba insanının günlük yaşamında derinleşme şansı bulmuştum. Bu defa beraberimde Küba ile ilk defa tanışacak 14 arkadaşımın sorumluluğu olduğundan çoğu zamanımı, yıllardır öğrendiklerimle, dostlarımın adada geçirdikleri kısıtlı zamanda “kendi Küba’larını keşfetmeleri” için çalışarak geçirdim.
Küba'ya her giden, ilk ayak bastığında, "Zaman burada sanki durmuş!" der!. Bu yorum, 1950 model Ford’ları görünce, Malecon'daki koloniyel evlerin önünden geçerken ya da sokaklardaki "Ya Sosyalizm ya da Ölüm", “Venceremos”, “Her Şey Devrim İçin” sloganlarını görünce söylenir, ama bu defa arkadaşlarımdan birisi Jose Marti (JM) Uluslararası Havalimanı’ndan Havana’daki otelimize doğru giderken, caddelere bakıp burası eski Ege şehirlerine benziyor dedi!...
Küba’ya ilk defa dokunanların, ilk yorumları böyle olsa da, ada gündemini takip edenler, yavaş da olsa, değişimin farkında. Aslında, hiç değişmeyenin adanın sürekli değişim içinde olduğu gerçeği!
İlk değişim, 14 saatlik bir yolculuktan sonra vardığımız, JM havalimanının bekleme salonundaki, onlarca ülke bayrağının kaldırılması olmuştu. Küba’ya ilk gelenleri karşılayan bu “enternasyonalist” güzelliğin sonlanması iyi olmamış. Geniş, reklam panolarının ve alt-üst geçitlerin olmadığı özgür cadde ve sokaklardan geçerken, bu şehrin “kentsel dönüşüm” denen zırvalamanın uğramadığı, insanlara ait bir şehir olduğu gerçeğini yeniden farkettik.
Otele varmadan önce, caddenin köşesindeki Che rölyefinin altında şöyle yazıyor: “Fikir ve Eylem adamı”, Fidel, Che’ye söylemiş!...
Otele varıp, hemen çantalarımızla vedalaştıktan sonra, kendimizi Malecon’a attık. Küba, dünyanın en güvenli ülkelerinden birisi. Ara sokaklarda her zaman ışıklandırma olmasa da, apaydanlık İstanbul’dan daha güvenli olduğu kesin. Kimi evlerden yüksek sesli müzik geliyor, kimilerinde insanlar kapı önlerine oturmuş laflıyorlar, ama herkes kendi havasında... Arkamızda kalan soğuk ve karlı İstanbul havasının tersine, t-shirtlerle, şortlarla yaptığımız deniz kenarı yürüyüşünü, Meliha Cohiba otelinin karşısındaki Jazz Bar’da, 2005’te tanıştığımız, Afro-Cuban Jazz grubu Diakara ve solistleri Oscar Valdes’i dinleyerek sonlandırdık.
Ertesi sabah, horoz sesiyle, saat farkınında etkisiyle, güneş doğmadan uyandık. Otelin mütevazi kahvaltısı ve Küba Kahvesi ile donandıktan sonra büyük yürüyüş başladı. Havana kesinlikle yürüyerek keşfedilesi bir şehir. Sakın ola ki diğer ülkelerde olan, son yıllarda bizde de yaygınlaşan, üstü açık, iki katlı, kırmızı otobüslerle yapılan şehir turlarını almayın. Size sunulanı almayın, atın kendinizi Havana sokaklarına ve keşfedin.
Rengarenk, orijinal ötesi 50’li yıllardan kalma Amerikan arabalarına bakarak, Che’nin resimleri, figürleri ve Fidel’in sözleri eşliğinde 8 km’lik Malecon’da yürüyoruz. “Amerikan Çıkarları Ofisi”nin yakınından geçerken binanın fotoğrafını çekmemeye dikkat ederek, Jose Marti’nin kucağındaki Elian Gonzales’le Amerikan Ofisi’ne “bizi yenemezsiniz” diyerek parmağını salladığı heykelde soluklanıyoruz. Burada dostlarıma Elian’ın hikayesini anlatıyorum.
Hotel National’da 30dk’lık molayı veriyoruz. Arkadaşlarım eskiden kumarhane olarak, ABD’nin mafya babalarına hizmet veren bu otelin eşsiz bahçesinde dinleniyorlar. Yolculuk sonuna kadar bitmeyecek, eşsiz Küba kokteyleri, Mohito, Daikiri, Pinakolada ile tanışıklık sağlanıyor.
Eski Havana’ya girmeden önce ana caddeler geçiyoruz. Ekip kalabalık olduğu için ve haliyle herkes fotoğraf kartlarını doldurmakla meşgul olduğundan, ekibi toplamaya çalışıyorum. Kimi karne dükkanına girmiş Küba’lıların alışverişini izliyor, karne sistemini anlamaya çalışıyor, kimini eski Türk filmlerini andıran ezcanelerde buluyorum, karnı acıkanlar sokak tezgahlarından tropik meyveler alıp bizlerle paylaşıyor, kimileri bir bankta oturmuş sigara tüttürüyor.
Öğlen gibi eski Havana’ya giriyoruz. Burada her sokak ayrı bir alem. Evler sokaklara taşmış. Eski bir Amerikan’ın bütün motoru sökülmüş, sokağa dağılmış, başında 3-4 Küba’lı konsültasyon yapıyor. Top oynayan çocuklar, bigudili, balık etli ya da şişman, gülümseyen kadınlar, bir sokak kasabı, domino oynayan yaşlılar... Ekip artık kontrolden çıktı!... Onlara mı bakayım, yoksa sokaklara mı?... Her taraf kolonial binalarla dolu. Binalarda 400 yıl süren İspanyol sömürgecilerin izleri var, tıpkı Devrim Müzesi’nde, Devrim’cilerin bıraktığı kurşun izleri gibi!...
İki gün boyunca yemek yiyeceğimiz lokantaya geliyoruz. Burayı çok seviyorum!. 3 yıl önce keşfettim. Müzisyenlerin solisti Asterio, Türkçe biliyor. Türkiye’de çalışmış, Türkçe şarkılar söyleyip bizi şaşırtıyor. O hala “Tansu”da kaldığından, bizim güncelimizi bilmiyor tabi... Duvarda, Raul, Che ve Fidel’in fotoğrafları var. Devrim’den sonra Havana’ya girince bu lokantada yemek yemişler. Yemekte içecek belli; Bucanero, Küba’nın birası!.
Yemek sonrası istikamet Kapitolyo Meydanı oldu. Kapitolyo ile karşıdaki evler arasında dizi dizi park etmiş Amerikan’ların arasında geçiyoruz, Meydan’ın arkasındaki Partagas Puro fabrikası ve sadece girişteki Tak’ı kalan Çin mahallesine giriyoruz.
Küba’nın kadınlarını seviyoruz. Neden?
Bedenlerini gizlemiyorlar, özgüvenleri tam, gerekirse saçlarında bigüdiler, bazıları tombul, ama dişi ve özgürler. “Modern” denen kadına dayatılan gramaj hesaplarından uzaklar, bakımlı ama abartılı değiller. Zayıf ol, formda ol, dinç kal gibi sloganlardan uzak, sade ve dişilikleriyle meşguller sadece…
Akşam, Hemingway’in bir süre kalıp, kitaplarını yazdığı Ambus Mumbos Otel’inin çatı katında, güneşi Havana’nın uzaklarına, Türkiye’ye gönderiyoruz.
Ertesi sabah yürüyüş hedefimizin ilk rotası Devrim Meydanı. 1 Milyon dünya vatandaşının doldurduğu meydana doğru yürüyüşe geçiyoruz. “Yaşasın Sosyalizm” sloganlarıyla sağlı sollu bezenmiş geniş caddeden geçerek meydana varıyoruz. Jose Marti Heykeli’nin gölgesindeki meydanda, İçişleri Bakanlığı binasının ön yüzündeki Che’ye, karşısındaki binadan Camillo bakıyor. Üç komutan’dan hayatta kalan sonuncu komutan Fidel’in katıldığı son 1 Mayıs’ı, 2005 mayıs’ını hatırlıyoruz. Devrim Anıtı’nın tepesinde yırtıcılar dolaşıyor.
Merkez Otobüs Terminalini geçiyor, Havana Libre oteline doğru ara sokaklardan kıvrılarak ileryoruz. “Sarı Sıcak Bir Pencere: Küba” kitabına ilham verenlerden olan Hilda’ya uğruyoruz. Hilda’mızı 2005’de bıraktığımız gibi hatırlamayı tercih ederek, öpüyoruz, kitaptan bir kopya bırakarak Havana Libre’ye (Özgür Havana), devrim öncesi adıyla Hilton’a, varıyoruz. Burada verilen moladan, Coco Taksi’lerle Devrim Müzesi’ne geçiyoruz. Ekibin bir kısmı buraya, diğer bölümü hemen karşısındaki Küba Sanat Müzesi’ne giriyor.
Gece, Meliha Cohiba otelinin altındaki Havana Cafe’de devam ediyor. Jazz Orkestrası’nın açılış şarkıları ve solistlerle başlayan program, Kübalı dansçıların gösterileri ile devam ediyor. Biraz müzikal, biraz gazino havası var!. Dans etmeyen kalmıyor.
Trinidad...
Ertesi sabah 8:30 sularında Trinidad yolculuğu başladı. Yol boyu bize eşlik eden yağmur portakal, şeker kamışı tarlaları, meyve ağaçlarını serinletirken, bizi de “acaba varınca biter mi?” diye heyecanlandırıp durdu. Trinidad’da üç eve dağıldık, çünkü burada ve Vinales’de otel yerine evlerde kalarak, Küba’daki pansiyonculuk sisteminden faydalanarak insanları ve hayatlarını daha yakından tanımayı planlamıştık. Unesco tarafından dünya mirası seçilen Trinidad’ın merkezi film maketi gibi. Rengarenk, tek katlı, eski ama bakımlı evler, taş sokaklar, sanat galerileri, küçük müzeler. El işi ürünlerini, örtülerini bağırmadan satmaya çalışanlar var. Renkli, ışıklı, yorucu reklam panoları ve vitrinler yok.
Tam gün kiraladığımız üç amerikan arabası ile Iznaga Kulesi’ne yola çıkıyoruz. Geçmişte kalan zamanlarda, kölelerin zorla çalıştırıldığı tarlalara ve onların gözetlendiği o kuleyi görmeye gidiyoruz. Bizleri Iznaga istasyondaki buharlı tren karşılıyor. Lokomotife çıkıp, zamana karşı direnen bu demir yığınında birbirine karışan su buharı ve kömür kokusunu duyumsuyorum. Ekip çevreye dağılıyor. Kimileri 42 metrelik, 7 katlı kuleye çıkıp, kaçtığı için üzerlerine ateş açılan köleleri anlamaya çalışıyor, uçsuz bucaksız tarlaları fotoğraflıyor. Kimi dostlar, bir zamanlar “efendilerin” kaldığı geniş çiftlik evini ziyaret ediyor, çevredeki evlerle, bu evin içinde yaşanan yaşamların tezatlığını düşünüyor. İsteyenlerle, çevredeki köylere doğru yürüyoruz. El sallayanlara karşılık veriyoruz, çocukları seviyoruz, ikram edilen şeker kamışını kemirerek, topraktan sokaklarda ilerliyoruz. Çocuklar, çocuklar... En güzeli onlar. hiçbir zaman gülümsemelerini esirgemeden güzel güzel bakıyorlar.
Buradan Ancon Plajına geçiyoruz. Bir zamanlar korsanların cirit attığı Karaib Denizi’ne kıyısı olan bu kumsalda güneşi batırana kadar kalınıyor. Bütün Küba’da olduğu gibi burada da kumsallar ve deniz kıyıları “halkın”. Kimse sizi kovalamadan özgürce bütün plajın, kumsalın tadını çıkartıyorsunuz. Meraklısı için dalış ve su sporları imkanları var.
Trinidad akşamları, meydanda “merdivenler” denen minik alanda, yerel sanatçıların sırayla çıktığı, dans etmeyen kimsenin kalmadığı bir açık sahnede geçiyor. Dans etmeyi bilmeseniz bile, oturmanıza izin yok. Bir Kübalı erkek veya kadın sizi elinizden tutup sahneye götürüyor. Masalar genellikle dolu olduğundan boş bulduğunuz bir basamakta oturuyorsunuz.
Tütünün, sadelik ve sakinliğin merkezi Vinales.
Havana’dan 8:30 gibi kalkan otobüsümüz bizi öğleden sonra bu küçük köye ulaştırıyor. Küba’nın lezzetli purolarının üretildiği geniş tütün tarlaları burada. Kokuları çeke çeke varıyoruz ana caddedeki ufak terminale. Bu defa 7 eve dağılıyoruz. Herkes evini çok seviyor. İkram olarak sunulan meyve suları ile serinliyoruz. Aramızda profesyonel bir binici var, bizi cesaretlendiriyor ve tütün tarlaları arasında ata biniyoruz. Herkes ilk defa binmesine rağmen, 10 dakika sonra, “yarı-otomatik vitesli” bu atlarda vadinin içinde buluyoruz kendimizi. İki saatlik bu gezintinin sonunda, bittiği için biz mutsuz, atlar mutlu olarak dönüyor. Akşam yemeğinde herkes kendi evinde. Balık, karides, istakoz tercih edilen yemekler. Ana yemeğin yanında siyah fasulye çorbası, pilav, 2-3 çeşit salata, bol meyve ve kahve ikram ediliyor.
Ertesi sabah günübirlik kiralanan Amerikan’larla Indio Mağarasına yola çıkıyoruz. 400 metrelik bu yeraltı mağarasında sarkıt/dikitlere dikkat ederek yürüyorsunuz, bir ucundan yürüyerek girdiğiniz mağaranın diğer ucundan tekne ile çıkıyorsunuz. Organik tarım alanlarına giriyoruz. “Mural de la Prehistoria”da, dağın yamacına insanlığın evrimini resmeden, 1960’larda yapılmış, devasa tablonun altındaki milli parka geliyoruz. Bu geniş, ferah, yemyeşil ortamda ekip çimenlere dağılıyor. Hediyelik eşya satan kulübenin önünde İsrail ve Türkiye bayrakları yan yana, nereden nereye... Lokantada yemek menüsü sabit: domuz tandır, fasulyeli pilav, yuka, salata, kahve. Saatler geçiyor, kimsenin gidesi yok, ama daha gidilecek yerler var. Kasabanın içine dönüyoruz. Yeniden tarlalar arasından geçerek, kendimizi vadiye atıyoruz. Tütün kurutma kulübelerini incelerken, bir çiftçi bizi evine davet ediyor. Başlıyor bize puro sarmaya, yavaş yavaş anlatarak... Onun arkasından bu defa ben deniyorum, uzmanı kadar sıkı olmuyor ama ilk deneme için de fena değil. Bize kahve ikram ediyorlar. İsteyenler el yapımı çiftlik purolarından satın alıyorlar. Arkadaşlarımdan birisi güneş gözlüğünü ev sahibesine hediye ediyor, değmeyin keyfine. Yakılan puroların dumanı, batmakta olan güneşe doğru uzanıp gidiyor.
Vinales’de gece hayatı yok, küçük yerel bir bar var, herkesin bir arada eğlendiği, müzik dinlediği. Çıkan grup o kadar profesyonel müzisyenler ki sormayın gitsin. Aramızdan biri sahne alıp Türkçe bir şarkıya başlıyor ve orkestra hemen eşlik ediyor. Yürüyerek evlerimize dönüyoruz.
Vinales’ten dönüşte Havana’daki son günümüzde, Havana Limanı tarafında, bütün hediyelik eşyacıların toplandığı, mekana gidiyoruz. Herkes alışverişini tamamlıyor ve yine kiralanan Amerikan arabaları ile havalimanına doğru yola çıkıyoruz.
50 yıllık ABD ablukası yüzünden işler zaman zaman yavaş da ilerlese, ülke yöneticilerinin Küba insanına daha iyi ekonomik koşullar sağlamak üzere yaptığı denemeler işe yaramış görünüyor: genel gidişin iyiye doğru olduğu bariz farkediliyor.
Uluslararası konuşmak zor da olsa, adada cep telefonunun çekmediği yer yok. Pratik sorun, arayan numaranın görünmemesi. Akıllı telefonlarda Internet çalışıyor, e-postalarınızdan uzak kalamıyorsunuz.
Başta Havana’da olmak üzere oldukça fazla yeni konut yapılmış ya da yenilenmiş durumda. Adadaki otobüs seferleri arttırılmış. turistlere yönelik hizmet veren Viasul otobüs şirketinin güzergahları çeşitlenmiş. Pazar yerlerindeki sebze ve meyve çeşitliliği artmış, domateslerin rengi yeşilden kırmızıya dönmüş. Papaya, mango vb tropik meyveler, fasulye, pirinç, yeşil biber, patates, kabak, havuç, mısır bol. Yuka en fazla yenen kök bitki. Patates gibi yetişen, çok lifli, çok doyurucu, Güney Amerika’ya ve bu enlemde bulunan bütün tropik altı ülkelere özel. Yuka, dünyadaki karbonhidrat zengini üçüncü sebze.
Sanatın bütün dalları Küba'da çok yaygın, özellikle de resim sanatı. Havana bu konuda en başta gelse de gittiğiniz her yerde Küba'lı sanatçıların galerilerini, sergilerini görmek mümkün. Havana’daki Devrim Müzesi’nin hemen arkasındaki Ulusal Sanat Müzesi kaçırılmaması gereken bir yer. Devrim öncesi dönemden başlayıp, Batista Dönemi, Devrim Dönemi ve günümüz sanatçılarına ait resimlere bakarken, bu sanatın gelişimini ve Devrimin sanatçılar üzerindeki etkisini görebiliyorsunuz. Serginin bir bölümü çocuklara ayrılmış; çocukların gözünden Küba!
54 yaşındaki Devrimin kazanımlarına kapitalist sistem ve gelişmiş olduğu söylenen ülkeler ne kadar sırtını dönse ve görmezden gelse de Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişmişlik Raporu’nda Küba hep üst sıralarda, “Yüksek Gelişmişlik Sınıfı”nda yer aldı.[1]
Küba'ya her giden kendi Küba'sını keşfeder. İnsanına, sokaklarına, evlerine baktığınızda gördüklerinizi, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız kapitalist sistemin kirlenmişliği ile algılamaya değil, Küba’nın kendi şartlarını göz önüne alarak değerlendirmeye çalışın. Havana’da sizden 1 CUC isteyen bir Küba’lıya rastladığınızda, bu durumun neden Vinales’de, Trinidad’da, Baracoa’da gerçekleşmediğini düşünün.
"Basit yaşayacaksın, mesela susayınca su içecek kadar basit.".
Küba’daki yaşamın, Yalçın Ergir’in bu sözlerindeki gibi basit, sade yaşandığını, bütün insanlığa örnek olacak kadar da yeterli olduğunu ve zenginliğini görmeye çalışın. Çok tüketmek değil, akıllı üretmenin ve akıllı tüketmenin, beraberce top yekun kalkınmanın, gelişmenin, ortak kaderi beraber tayin edip paylaşmanın, dayanışmanın, kendi kendine yetme iradesinin bütün izleri orada;
Siz de keşfedin...
Cuba Si!
E: Estudio (Öğren), T:Trabajo (Çalış), F:Fusil (Savaş)
Çocuklar eğitim sistemi ile ilk tanıştıklarında, komünist kavramlar ve öğretilerle donatılmış bilgileri alırken, önlerindeki yıllara ilk adımlarını bu üç başlangıç öğretisi ile atarlar. Üç öğretinin simgesi üç komutandır. Fidel, bilgeliği, bitmeyen enerjisi ile sürekli öğrenmeyi öğütler ve simgeler. Çalış’ın simgesi Camilio’dur, çalışmanın, üretmenin öncüsüdür. Savaş’ı ise Che simgeler. Bu üçleme sonraları “Genç Komünistler Birliği”nin motto söylemi olmuştur.
2012 Şubat’ında adayı 7. defa ziyaret ettim. Her ziyarette sistemin, adanın ve Küba insanının günlük yaşamında derinleşme şansı bulmuştum. Bu defa beraberimde Küba ile ilk defa tanışacak 14 arkadaşımın sorumluluğu olduğundan çoğu zamanımı, yıllardır öğrendiklerimle, dostlarımın adada geçirdikleri kısıtlı zamanda “kendi Küba’larını keşfetmeleri” için çalışarak geçirdim.
Küba'ya her giden, ilk ayak bastığında, "Zaman burada sanki durmuş!" der!. Bu yorum, 1950 model Ford’ları görünce, Malecon'daki koloniyel evlerin önünden geçerken ya da sokaklardaki "Ya Sosyalizm ya da Ölüm", “Venceremos”, “Her Şey Devrim İçin” sloganlarını görünce söylenir, ama bu defa arkadaşlarımdan birisi Jose Marti (JM) Uluslararası Havalimanı’ndan Havana’daki otelimize doğru giderken, caddelere bakıp burası eski Ege şehirlerine benziyor dedi!...
Küba’ya ilk defa dokunanların, ilk yorumları böyle olsa da, ada gündemini takip edenler, yavaş da olsa, değişimin farkında. Aslında, hiç değişmeyenin adanın sürekli değişim içinde olduğu gerçeği!
İlk değişim, 14 saatlik bir yolculuktan sonra vardığımız, JM havalimanının bekleme salonundaki, onlarca ülke bayrağının kaldırılması olmuştu. Küba’ya ilk gelenleri karşılayan bu “enternasyonalist” güzelliğin sonlanması iyi olmamış. Geniş, reklam panolarının ve alt-üst geçitlerin olmadığı özgür cadde ve sokaklardan geçerken, bu şehrin “kentsel dönüşüm” denen zırvalamanın uğramadığı, insanlara ait bir şehir olduğu gerçeğini yeniden farkettik.
Otele varmadan önce, caddenin köşesindeki Che rölyefinin altında şöyle yazıyor: “Fikir ve Eylem adamı”, Fidel, Che’ye söylemiş!...
Otele varıp, hemen çantalarımızla vedalaştıktan sonra, kendimizi Malecon’a attık. Küba, dünyanın en güvenli ülkelerinden birisi. Ara sokaklarda her zaman ışıklandırma olmasa da, apaydanlık İstanbul’dan daha güvenli olduğu kesin. Kimi evlerden yüksek sesli müzik geliyor, kimilerinde insanlar kapı önlerine oturmuş laflıyorlar, ama herkes kendi havasında... Arkamızda kalan soğuk ve karlı İstanbul havasının tersine, t-shirtlerle, şortlarla yaptığımız deniz kenarı yürüyüşünü, Meliha Cohiba otelinin karşısındaki Jazz Bar’da, 2005’te tanıştığımız, Afro-Cuban Jazz grubu Diakara ve solistleri Oscar Valdes’i dinleyerek sonlandırdık.
Ertesi sabah, horoz sesiyle, saat farkınında etkisiyle, güneş doğmadan uyandık. Otelin mütevazi kahvaltısı ve Küba Kahvesi ile donandıktan sonra büyük yürüyüş başladı. Havana kesinlikle yürüyerek keşfedilesi bir şehir. Sakın ola ki diğer ülkelerde olan, son yıllarda bizde de yaygınlaşan, üstü açık, iki katlı, kırmızı otobüslerle yapılan şehir turlarını almayın. Size sunulanı almayın, atın kendinizi Havana sokaklarına ve keşfedin.
Rengarenk, orijinal ötesi 50’li yıllardan kalma Amerikan arabalarına bakarak, Che’nin resimleri, figürleri ve Fidel’in sözleri eşliğinde 8 km’lik Malecon’da yürüyoruz. “Amerikan Çıkarları Ofisi”nin yakınından geçerken binanın fotoğrafını çekmemeye dikkat ederek, Jose Marti’nin kucağındaki Elian Gonzales’le Amerikan Ofisi’ne “bizi yenemezsiniz” diyerek parmağını salladığı heykelde soluklanıyoruz. Burada dostlarıma Elian’ın hikayesini anlatıyorum.
Hotel National’da 30dk’lık molayı veriyoruz. Arkadaşlarım eskiden kumarhane olarak, ABD’nin mafya babalarına hizmet veren bu otelin eşsiz bahçesinde dinleniyorlar. Yolculuk sonuna kadar bitmeyecek, eşsiz Küba kokteyleri, Mohito, Daikiri, Pinakolada ile tanışıklık sağlanıyor.
Eski Havana’ya girmeden önce ana caddeler geçiyoruz. Ekip kalabalık olduğu için ve haliyle herkes fotoğraf kartlarını doldurmakla meşgul olduğundan, ekibi toplamaya çalışıyorum. Kimi karne dükkanına girmiş Küba’lıların alışverişini izliyor, karne sistemini anlamaya çalışıyor, kimini eski Türk filmlerini andıran ezcanelerde buluyorum, karnı acıkanlar sokak tezgahlarından tropik meyveler alıp bizlerle paylaşıyor, kimileri bir bankta oturmuş sigara tüttürüyor.
Öğlen gibi eski Havana’ya giriyoruz. Burada her sokak ayrı bir alem. Evler sokaklara taşmış. Eski bir Amerikan’ın bütün motoru sökülmüş, sokağa dağılmış, başında 3-4 Küba’lı konsültasyon yapıyor. Top oynayan çocuklar, bigudili, balık etli ya da şişman, gülümseyen kadınlar, bir sokak kasabı, domino oynayan yaşlılar... Ekip artık kontrolden çıktı!... Onlara mı bakayım, yoksa sokaklara mı?... Her taraf kolonial binalarla dolu. Binalarda 400 yıl süren İspanyol sömürgecilerin izleri var, tıpkı Devrim Müzesi’nde, Devrim’cilerin bıraktığı kurşun izleri gibi!...
İki gün boyunca yemek yiyeceğimiz lokantaya geliyoruz. Burayı çok seviyorum!. 3 yıl önce keşfettim. Müzisyenlerin solisti Asterio, Türkçe biliyor. Türkiye’de çalışmış, Türkçe şarkılar söyleyip bizi şaşırtıyor. O hala “Tansu”da kaldığından, bizim güncelimizi bilmiyor tabi... Duvarda, Raul, Che ve Fidel’in fotoğrafları var. Devrim’den sonra Havana’ya girince bu lokantada yemek yemişler. Yemekte içecek belli; Bucanero, Küba’nın birası!.
Yemek sonrası istikamet Kapitolyo Meydanı oldu. Kapitolyo ile karşıdaki evler arasında dizi dizi park etmiş Amerikan’ların arasında geçiyoruz, Meydan’ın arkasındaki Partagas Puro fabrikası ve sadece girişteki Tak’ı kalan Çin mahallesine giriyoruz.
Küba’nın kadınlarını seviyoruz. Neden?
Bedenlerini gizlemiyorlar, özgüvenleri tam, gerekirse saçlarında bigüdiler, bazıları tombul, ama dişi ve özgürler. “Modern” denen kadına dayatılan gramaj hesaplarından uzaklar, bakımlı ama abartılı değiller. Zayıf ol, formda ol, dinç kal gibi sloganlardan uzak, sade ve dişilikleriyle meşguller sadece…
Akşam, Hemingway’in bir süre kalıp, kitaplarını yazdığı Ambus Mumbos Otel’inin çatı katında, güneşi Havana’nın uzaklarına, Türkiye’ye gönderiyoruz.
Ertesi sabah yürüyüş hedefimizin ilk rotası Devrim Meydanı. 1 Milyon dünya vatandaşının doldurduğu meydana doğru yürüyüşe geçiyoruz. “Yaşasın Sosyalizm” sloganlarıyla sağlı sollu bezenmiş geniş caddeden geçerek meydana varıyoruz. Jose Marti Heykeli’nin gölgesindeki meydanda, İçişleri Bakanlığı binasının ön yüzündeki Che’ye, karşısındaki binadan Camillo bakıyor. Üç komutan’dan hayatta kalan sonuncu komutan Fidel’in katıldığı son 1 Mayıs’ı, 2005 mayıs’ını hatırlıyoruz. Devrim Anıtı’nın tepesinde yırtıcılar dolaşıyor.
Merkez Otobüs Terminalini geçiyor, Havana Libre oteline doğru ara sokaklardan kıvrılarak ileryoruz. “Sarı Sıcak Bir Pencere: Küba” kitabına ilham verenlerden olan Hilda’ya uğruyoruz. Hilda’mızı 2005’de bıraktığımız gibi hatırlamayı tercih ederek, öpüyoruz, kitaptan bir kopya bırakarak Havana Libre’ye (Özgür Havana), devrim öncesi adıyla Hilton’a, varıyoruz. Burada verilen moladan, Coco Taksi’lerle Devrim Müzesi’ne geçiyoruz. Ekibin bir kısmı buraya, diğer bölümü hemen karşısındaki Küba Sanat Müzesi’ne giriyor.
Gece, Meliha Cohiba otelinin altındaki Havana Cafe’de devam ediyor. Jazz Orkestrası’nın açılış şarkıları ve solistlerle başlayan program, Kübalı dansçıların gösterileri ile devam ediyor. Biraz müzikal, biraz gazino havası var!. Dans etmeyen kalmıyor.
Trinidad...
Ertesi sabah 8:30 sularında Trinidad yolculuğu başladı. Yol boyu bize eşlik eden yağmur portakal, şeker kamışı tarlaları, meyve ağaçlarını serinletirken, bizi de “acaba varınca biter mi?” diye heyecanlandırıp durdu. Trinidad’da üç eve dağıldık, çünkü burada ve Vinales’de otel yerine evlerde kalarak, Küba’daki pansiyonculuk sisteminden faydalanarak insanları ve hayatlarını daha yakından tanımayı planlamıştık. Unesco tarafından dünya mirası seçilen Trinidad’ın merkezi film maketi gibi. Rengarenk, tek katlı, eski ama bakımlı evler, taş sokaklar, sanat galerileri, küçük müzeler. El işi ürünlerini, örtülerini bağırmadan satmaya çalışanlar var. Renkli, ışıklı, yorucu reklam panoları ve vitrinler yok.
Tam gün kiraladığımız üç amerikan arabası ile Iznaga Kulesi’ne yola çıkıyoruz. Geçmişte kalan zamanlarda, kölelerin zorla çalıştırıldığı tarlalara ve onların gözetlendiği o kuleyi görmeye gidiyoruz. Bizleri Iznaga istasyondaki buharlı tren karşılıyor. Lokomotife çıkıp, zamana karşı direnen bu demir yığınında birbirine karışan su buharı ve kömür kokusunu duyumsuyorum. Ekip çevreye dağılıyor. Kimileri 42 metrelik, 7 katlı kuleye çıkıp, kaçtığı için üzerlerine ateş açılan köleleri anlamaya çalışıyor, uçsuz bucaksız tarlaları fotoğraflıyor. Kimi dostlar, bir zamanlar “efendilerin” kaldığı geniş çiftlik evini ziyaret ediyor, çevredeki evlerle, bu evin içinde yaşanan yaşamların tezatlığını düşünüyor. İsteyenlerle, çevredeki köylere doğru yürüyoruz. El sallayanlara karşılık veriyoruz, çocukları seviyoruz, ikram edilen şeker kamışını kemirerek, topraktan sokaklarda ilerliyoruz. Çocuklar, çocuklar... En güzeli onlar. hiçbir zaman gülümsemelerini esirgemeden güzel güzel bakıyorlar.
Buradan Ancon Plajına geçiyoruz. Bir zamanlar korsanların cirit attığı Karaib Denizi’ne kıyısı olan bu kumsalda güneşi batırana kadar kalınıyor. Bütün Küba’da olduğu gibi burada da kumsallar ve deniz kıyıları “halkın”. Kimse sizi kovalamadan özgürce bütün plajın, kumsalın tadını çıkartıyorsunuz. Meraklısı için dalış ve su sporları imkanları var.
Trinidad akşamları, meydanda “merdivenler” denen minik alanda, yerel sanatçıların sırayla çıktığı, dans etmeyen kimsenin kalmadığı bir açık sahnede geçiyor. Dans etmeyi bilmeseniz bile, oturmanıza izin yok. Bir Kübalı erkek veya kadın sizi elinizden tutup sahneye götürüyor. Masalar genellikle dolu olduğundan boş bulduğunuz bir basamakta oturuyorsunuz.
Tütünün, sadelik ve sakinliğin merkezi Vinales.
Havana’dan 8:30 gibi kalkan otobüsümüz bizi öğleden sonra bu küçük köye ulaştırıyor. Küba’nın lezzetli purolarının üretildiği geniş tütün tarlaları burada. Kokuları çeke çeke varıyoruz ana caddedeki ufak terminale. Bu defa 7 eve dağılıyoruz. Herkes evini çok seviyor. İkram olarak sunulan meyve suları ile serinliyoruz. Aramızda profesyonel bir binici var, bizi cesaretlendiriyor ve tütün tarlaları arasında ata biniyoruz. Herkes ilk defa binmesine rağmen, 10 dakika sonra, “yarı-otomatik vitesli” bu atlarda vadinin içinde buluyoruz kendimizi. İki saatlik bu gezintinin sonunda, bittiği için biz mutsuz, atlar mutlu olarak dönüyor. Akşam yemeğinde herkes kendi evinde. Balık, karides, istakoz tercih edilen yemekler. Ana yemeğin yanında siyah fasulye çorbası, pilav, 2-3 çeşit salata, bol meyve ve kahve ikram ediliyor.
Ertesi sabah günübirlik kiralanan Amerikan’larla Indio Mağarasına yola çıkıyoruz. 400 metrelik bu yeraltı mağarasında sarkıt/dikitlere dikkat ederek yürüyorsunuz, bir ucundan yürüyerek girdiğiniz mağaranın diğer ucundan tekne ile çıkıyorsunuz. Organik tarım alanlarına giriyoruz. “Mural de la Prehistoria”da, dağın yamacına insanlığın evrimini resmeden, 1960’larda yapılmış, devasa tablonun altındaki milli parka geliyoruz. Bu geniş, ferah, yemyeşil ortamda ekip çimenlere dağılıyor. Hediyelik eşya satan kulübenin önünde İsrail ve Türkiye bayrakları yan yana, nereden nereye... Lokantada yemek menüsü sabit: domuz tandır, fasulyeli pilav, yuka, salata, kahve. Saatler geçiyor, kimsenin gidesi yok, ama daha gidilecek yerler var. Kasabanın içine dönüyoruz. Yeniden tarlalar arasından geçerek, kendimizi vadiye atıyoruz. Tütün kurutma kulübelerini incelerken, bir çiftçi bizi evine davet ediyor. Başlıyor bize puro sarmaya, yavaş yavaş anlatarak... Onun arkasından bu defa ben deniyorum, uzmanı kadar sıkı olmuyor ama ilk deneme için de fena değil. Bize kahve ikram ediyorlar. İsteyenler el yapımı çiftlik purolarından satın alıyorlar. Arkadaşlarımdan birisi güneş gözlüğünü ev sahibesine hediye ediyor, değmeyin keyfine. Yakılan puroların dumanı, batmakta olan güneşe doğru uzanıp gidiyor.
Vinales’de gece hayatı yok, küçük yerel bir bar var, herkesin bir arada eğlendiği, müzik dinlediği. Çıkan grup o kadar profesyonel müzisyenler ki sormayın gitsin. Aramızdan biri sahne alıp Türkçe bir şarkıya başlıyor ve orkestra hemen eşlik ediyor. Yürüyerek evlerimize dönüyoruz.
Vinales’ten dönüşte Havana’daki son günümüzde, Havana Limanı tarafında, bütün hediyelik eşyacıların toplandığı, mekana gidiyoruz. Herkes alışverişini tamamlıyor ve yine kiralanan Amerikan arabaları ile havalimanına doğru yola çıkıyoruz.
50 yıllık ABD ablukası yüzünden işler zaman zaman yavaş da ilerlese, ülke yöneticilerinin Küba insanına daha iyi ekonomik koşullar sağlamak üzere yaptığı denemeler işe yaramış görünüyor: genel gidişin iyiye doğru olduğu bariz farkediliyor.
Uluslararası konuşmak zor da olsa, adada cep telefonunun çekmediği yer yok. Pratik sorun, arayan numaranın görünmemesi. Akıllı telefonlarda Internet çalışıyor, e-postalarınızdan uzak kalamıyorsunuz.
Başta Havana’da olmak üzere oldukça fazla yeni konut yapılmış ya da yenilenmiş durumda. Adadaki otobüs seferleri arttırılmış. turistlere yönelik hizmet veren Viasul otobüs şirketinin güzergahları çeşitlenmiş. Pazar yerlerindeki sebze ve meyve çeşitliliği artmış, domateslerin rengi yeşilden kırmızıya dönmüş. Papaya, mango vb tropik meyveler, fasulye, pirinç, yeşil biber, patates, kabak, havuç, mısır bol. Yuka en fazla yenen kök bitki. Patates gibi yetişen, çok lifli, çok doyurucu, Güney Amerika’ya ve bu enlemde bulunan bütün tropik altı ülkelere özel. Yuka, dünyadaki karbonhidrat zengini üçüncü sebze.
Sanatın bütün dalları Küba'da çok yaygın, özellikle de resim sanatı. Havana bu konuda en başta gelse de gittiğiniz her yerde Küba'lı sanatçıların galerilerini, sergilerini görmek mümkün. Havana’daki Devrim Müzesi’nin hemen arkasındaki Ulusal Sanat Müzesi kaçırılmaması gereken bir yer. Devrim öncesi dönemden başlayıp, Batista Dönemi, Devrim Dönemi ve günümüz sanatçılarına ait resimlere bakarken, bu sanatın gelişimini ve Devrimin sanatçılar üzerindeki etkisini görebiliyorsunuz. Serginin bir bölümü çocuklara ayrılmış; çocukların gözünden Küba!
54 yaşındaki Devrimin kazanımlarına kapitalist sistem ve gelişmiş olduğu söylenen ülkeler ne kadar sırtını dönse ve görmezden gelse de Birleşmiş Milletlerin İnsani Gelişmişlik Raporu’nda Küba hep üst sıralarda, “Yüksek Gelişmişlik Sınıfı”nda yer aldı.[1]
Küba'ya her giden kendi Küba'sını keşfeder. İnsanına, sokaklarına, evlerine baktığınızda gördüklerinizi, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız kapitalist sistemin kirlenmişliği ile algılamaya değil, Küba’nın kendi şartlarını göz önüne alarak değerlendirmeye çalışın. Havana’da sizden 1 CUC isteyen bir Küba’lıya rastladığınızda, bu durumun neden Vinales’de, Trinidad’da, Baracoa’da gerçekleşmediğini düşünün.
"Basit yaşayacaksın, mesela susayınca su içecek kadar basit.".
Küba’daki yaşamın, Yalçın Ergir’in bu sözlerindeki gibi basit, sade yaşandığını, bütün insanlığa örnek olacak kadar da yeterli olduğunu ve zenginliğini görmeye çalışın. Çok tüketmek değil, akıllı üretmenin ve akıllı tüketmenin, beraberce top yekun kalkınmanın, gelişmenin, ortak kaderi beraber tayin edip paylaşmanın, dayanışmanın, kendi kendine yetme iradesinin bütün izleri orada;
Siz de keşfedin...
Cuba Si!
[1] Türkiye bu raporlarda “Orta Sınıfta” yar almaktadır. 2010 raporunda 83. sırada yer bulmuştur. Bu Index’e göre İnsani Gelişmişlik olarak bizden daha ileride olan Küba’dan başka listede yer bulan bazı ülkeler Iran Islam Cumhuriyeti, Venezuela, Hırvatistan, Romanya, Trinidad ve Tobago göze çarpmaktadır.
Fotoğraf: Mehtap Yıldız
5 yorum:
Viva Cuba, Cuba si. Bu ülkede huzur ve mutluluk var.
Yeniden gordugumuz, gorduklerimizi kaleminden yeniden yasadıgımız icin cok, cok tesekkurler...
Serpil
:)
bir gün ziyaret edebilmek umuduyla ,teşekkürler bu güzel paylaşım için.
Dilek
Gerçekten, en çok görmek istediğim ülkelerden biri. Anlatımınızla merakımı gidermeye çalıştım.Gezi rehberliğinizi beğendim.Sosyoekonomik,kültürel ve siyasi gelişimi ile bilgilerde eklerseniz çok daha tatmin edici olur diye düşünüyorum.
Demek Küba'ya 7 kez gittiniz. Darısı başıma o zaman. Ben şimdilik sadece bir kez gidebildim. 7 kere gidebilir miyim bilmiyorum ama hiç olmazsa bir kez daha gitmeyi çok isterim. İlk gidişim turla olmuştu. İkincisinde turdan bağımsız olarak gidip, "kendi Küba'mı" keşfetmeyi çok istiyorum. Ve tabii elbette : Viva Cuba. Cuba si !
Tesadüfen ulaştığım bu yazınız bana Küba hakkında çok şey öğretti. Okurken ben de sizinle beraber sokaklarında dolaştım. Kaleminize sağlık..
Yorum Gönder